Geldümse n’ola ben şu’arâ bezmine âhir
Âdet budur âhirde gelür bezme ekâbir
Nevi
Öyle kolay değildir soru sormak. Bu görevi yüklenen kişilerdir imamlar. Öyledir. Cenaze namazlarında imamlar dünyanın hakikaten en zor sorularından birini sorarlar: “Mevtayı nasıl bilirdiniz?” Zor bir sorudur çünkü bir insanı tanımak, hele ki görünenin gerisinde gizli olanı eksikliğiyle fazlasıyla bilmek, atomun parçalarını keşfetmeye benzemez. Herhangi bir maddenin içindeki protonlar, nötronlar ve elektronlar nereye gidilirse gidilsin sabittir; Şili’de çıkarılan demirle Çin’de çıkarılan demir arasında bir fark yoktur. İnsanlara yönelik değerlendirmelerdeyse yargılarımız yaşlara, ırklara, cinsiyetlere göre değişir. Mesela aynı eylemi sergileyen yirmili yaşlardaki birisine gösterdiğimiz müsamahayı altmışlı yaşlardaki birisinden esirgeyebiliriz yüreğimiz titremeden.
Ve mevtayı az sonra son yolculuğuna uğurlamaya hazırlanan cemaat aynı cevabı verir: “İyi biliriz!” Haklıdır da cemaat. Orası, iyilik kötülük karşıtlığında terazi kurulacak yer değildir. Söz bitmiştir ve artık, son yolculuğun yolcusu imtihan dönüşünün sonuçlarını öğrenmek üzeredir. Ama bu durum, soru gibi cevabın da bir klişeye dönüşmüş olduğu gerçeğini değiştirmez. Ki burada asıl zor olan, topluluktan çıkan o gür “İyi biliriz!” cevabının kolaycılığı ve aceleciliğine rağmen cevaptır; soru değil.
Klişe olmuş ya da olmamış soru sorudur, cevap da cevaptır nihayetinde. Peki, kültür değişimi nedeniyle haklarında klişe bir cevap duymaktan bile mahrum bırakılmış isimleri ne yapacağız? Hadi soru benden gelsin: Efendim, 16. yüzyıl şairlerinden Nevi’yi nasıl bilirsiniz? Muhtemelen cevap “O kim?” şeklinde değil mi? Oysa aziz hatırasına “İyi biliriz!” gibi öylesine bir cevabı vermediğimiz Nevi gerçekten de iyi birisiydi.
1590 yılındayız. İstanbul’dan Bağdat’a gönderilecek bir kadı efendiye ihtiyaç duyuluyor. Bağdat deyip geçemezsiniz ki. Bir anlamda orası, adı resmiyette öyle gösterilmemiş olsa da devletin doğusunun başkenti. Dahası eski medeniyetlere beşiklik etmesiyle sanat ve kültür ortamına ev sahipliği yapmasıyla kendinden “Bağdat gibi diyar olmaz” diye bahsettirmiş bir şehir. Böylesi önemli bir görev için devlet aklının, şair Nevi ismini düşünmesi son derece doğal.
Asıl ismi Yahya olan Nevi, kırk yıl önce Malkara’dan İstanbul’a gelmiştir ve dönemin tanınmış hocalarından ders almıştır. Talebelik yıllarında aralarında Baki’nin de bulunduğu şairlerle arkadaşlık kurmuştur. Beş yıl süren medrese eğitiminin ardından müderris olarak Edirne’ye gitmiş; İstanbul’da, Gelibolu’da farklı medreselerde yarım asra yakın dersler vermiştir. Kırk yıl süren tüm bu eğitim hayatının bir yanında da şairliğini sürdürmüştür. Şimdi, Bağdat kadısı olmaya Nevi değil de kimdir layık olan duyalım bakalım?
Fakat şairin gönlü İstanbul’dan ayrılmak istemez. O zamanın şartlarında hemen iki günlük mesafedeki Bursa bile uzak memleketlerden sayılır. Bağdat’sa ta dünyanın öte başında bir memlekettir o zamanlar. Galiba bu ilim insanını yollara düşürmeyi, dönemin padişahı III. Murat da mantıklı bulmaz ve onu Şehzade Mustafa’nın hocası olarak tayin eder. Derslere, diğer şehzadelerden Bayezid, Osman ve Abdullah da katılacaktır.
İlerde, Atayi mahlasını kullanacak oğlu, edebiyat vadisinde babasına göre daha çok tanınacaktır. Nevi de Atayi ismi önüne eklenmiş Nevizade sıfatıyla, asıl maharetinin insan yetiştirmekte olduğunu gösterecektir. Ve o yetiştirdiği talebelerden birisi de öz oğludur işte. Yine de Nevi, döneminde hayli ilgi görmüş şiirleri yanında, “Netâyicü’l-Fünûn” adındaki mesnevisinden söz ettirmiştir. On iki fen kolunu anlattığı bu didaktik eserinde, eğitimci kimliğiyle sanatçı tarafını buluşturmuştur.
Sıra, şu “İyi biliriz!” cevabıyla Nevi ismini buluşturmaya geldi sanırım.
Osmanlı’da, yaşadığı dönemin en önemli medreselerinde müderrislik yapmış birisidir Nevi. Yetiştirdiği talebeleri devletin üst makamlarında görev almışlardır. Fakat Nevi, padişah dışında kimsenin hediyesini kabul etmeyecek bir karaktere sahiptir. İstese, konumunun verdiği iltimasla ve imtiyazla dünyalığını dilediğince tutabilecekken, ilim ve sanatın olduğu yerde yalan dünyanın malına itibar etmemiştir yani. O yüzden, 24 Haziran 1599’da öldüğünde, adı bir dönem Bağdat kadılığı için düşünülen Nevi’nin kesesinden tek kuruş para çıkmaz ve cenaze masraflarını padişah karşılar.
Herhâlde Nevi’nin cenaze namazını kılmak için Şeyh Vefa Camii’nde toplanan kalabalık arasında; eski öğrencileri, en üst kademedeki devlet görevlileri vardır. Cenaze namazını kıldıracak olan şeyhülislamın “Mevtayı nasıl bilirdiniz?” sorusuna, doğruluğundan emin ve gür bir sesle “İyi bilirdik!” cevabını vermişlerdir.