Sıcakla kavrulan dışarıyı seyreden küçük kızlara doğru bakıyor dev cüsseli cüce adamlar. İçlerinde dedelerinden kalma acımasızlık tortularını dudak kenarlarından sıyırarak korkunç gülüşler fırlatıyorlar. Her taraf can parçalarıyla dolu. Yaşamak ve ölmek arasındaki o çıldırtan toprak kokusunu duyabiliyor tüm Mekke. Sokakları taş kalplerle örülmüş bu beldeden toplayıp gidivermiş eteklerini çoktan merhamet. Yerini derin çukurlu suratlar ve elleri kana bulanmış yığınlar almış bile. Kız çocukları her şeyden habersiz, kırık camlardan dışarıya gülümsüyorlar. Annelerin gözyaşlarına mil çeken kabile uluları, babaların kızlarını dayılarına götürmesinden rahatsız olmuyor. Dayıya gitmeyi kız çocukları gezinti sansa da anneler, yavrularının toprağa götürüldüğünü biliyor. Dağ taş, kopan iniltinin kalbin çeperlerini sağır etmesine şahit oluyor. Küçücük kızların yanaklarından akan sımsıcak yaşlara rağmen delinmiyor kayalaşmış benlikleri seyircilerin. Hani baba yaslandığı duvardı insanın ve hani güvenmek nedir ondan öğrenilirdi? Hicaz’daki kızlar için babanın dışı viran, içiyse çöle gömülen bir kalpten farksız. Orada kulaklar sağır, gözler kör, diller lal… Vicdanlarsa zaten hiç yoktular… Kürek kürek toprak atarak utancını örtmeye çalışıyor babalar. En son gülümseyişler kalıyor geriye hafızalarda, ağlayışlar ömürlük birer azap…
“Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde, öfkelenerek yüzü mosmor kesilir.” (Nahl, 16 /58)
Ürkünç bir uğursuzluk dolaşıyor her yanda. Zifiri bir kasvet lime lime ediyor Kâbe civarını. Hiç kimse, ölü kokan bu şehrin girdabında olduğunu anlayamıyor. Mekke’nin kalbinden öpecek Rabbin müjdesi küçük kızlar, birer birer yok oluyor. Ses seda yok. Cehaletin babaları azgınlaştıkça azgınlaşıyor. Ah!.. Hâl için birkaç damla gözyaşı döküp bu acımasızlıkla boyanmış sokakları yıkayacak kimse yok mu? Kimse yok mu diri diri gömülenlerin yerine ölü gibi yaşayanları koyacak? Ah!..
Nihayet yıllar geçiyor acı hatıralarla. Bir adam, kızıyla yaşadığı elem dolu son dakikaları ağır bir sızıyla Nebi’ye anlatıyor. Sözleri birer bıçak kesiği gibi iz bırakıyor dinleyenlerin yüreklerinde. Allah Resulü’nün mübarek sakalları ıslanıyor gözlerinden dökülen incilerden. Öyle sıkı kucaklıyor ki kızlarını ve tüm gelecek neslin küçük masum yavrularını, gösteriyor beşeriyete kız ve erkek arasında hiçbir ayrım olmayacağını. Üstünlüğün yalnızca takvada olacağını her fırsatta dile getiriyor. “Fatıma benim bir parçamdır. Onu sevindiren beni sevindirmiş, onu üzen beni üzmüş olur.” diyerek kızı Hz. Fatıma’ya duyduğu muhabbeti gösteriyor. Kureyş’in asık suratlıları soyu kesik olmakla itham ederken Nebi’yi, Yüce Allah kızlarıyla yürütüyor soyunu Hz. Peygamber’in. Böylece onun kızlarına duyduğu şefkat ve merhamet daha da taçlanıyor. Mekke topraklarında gerçekleşen bu hadise, dünyaya devrim oluyor ve nasıl da büyük mesajlar gönderiyor! Kadınları ve kızları hakir gören, haklarını gasbedip onları yaşarken öldürenlere de tarifsiz bir şaşkınlık, kabullenememe ve öfke düşüyor.
Hz. Peygamber’in evlatları arasında Hz. Fatıma’nın yeri bir başka. O, Betül ve Zehra… Daha oyunlar oynayan küçük bir çocuk. Fark etmiyor uzaktan gelen kötülüğün seslerini. Hz. Peygamber namaz kılıyor, alnı secdede. Bir grup yüzü karalı, pislik bırakıyor onun mübarek boynuna. Fatıma şaşkın ve kızgın koşuyor hemen. İçi sızlıyor babasına yapılana. Minicik elleriyle temizliyor bırakılanları. Kâinatın Efendisi, usulca selam veriyor namazından. Sakin ve sabırlı. “Allah’ım Kureyş’i sana havale ediyorum!” diyerek sımsıkı sarılıyor Fatıma’ya. Öyle içten kokluyor ki “Babasının anası!” cümleleri içten bir gülümseyişle dökülüyor dudaklarından. Fatıma, tüm zamanların en mesut kızı oluyor. Ne muhteşem bir iltifat! Kız çocuklarının hiçbir statüsünün olmadığı bir zamanda, bir küçük kız, peygamberin anası olmak gibi bir övgüye mazhar oluyor. Öyle muhteşem bir övgü ki bu, dünyada ne kadar millet varsa Asr-ı Saadet’ten ders almaya çağrılıyor, sünnet-i seniyyeyi yaşamaya davet ediliyor.
Fatıma’yı görmek “sevinç” demek Hz. Peygamber için. Evine geldiğinde ayakta karşılıyor onu. Can parçasının yanaklarından öpüp, elinden tutarak kendi yerine oturtuyor. Fatıma da öyle çok benziyor ki babasına. Konuşması, yürüyüşü, hâli, tavrı… Ona duyduğu derin muhabbetin bir göstergesi bu.
Saadet dolu günler su gibi akıp geçerken ayrılık vaktinin yaklaştığını öğreniyor Fatıma. Kalbinin ortasından derin bir çığlık, gözlerine yaş olarak geliyor. Hıçkırıklara boğulduğu esnada Hz. Peygamber, kendisine ailesinden ilk olarak onun kavuşacağını söyleyerek teselli ediyor onu. Gidilen yer sonsuz saadet yurdu olsa da özlem duygusu değişmiyor. Fatıma’nın içindeki acı, Nebi’ye kavuşacak ilk kişi olmasıyla biraz olsun külleniyor. Aylar geçiyor ve bu yakıcı hasret Fatıma’yı en sevdiğine taşıyor. Bir ramazan ayında Hz. Fatıma, Allah’ın elçisi, insanların en şereflisi, sevgili babacığına kavuşuyor.