“Eksiktir dünya, yalancıdır, oyalayıcıdır, fânidir ve kaotiktir. Bu yüzden şiir yazmak için en müsait yer dünyadır.
Zaman yoldur. Mekân da. İnsan insana yoldur. Sonra kendine yoldur insan, kendinin yolcusudur. Kendinden göçer yine kendine. İnsan ne çok göçer durur kendinden kendine, deri değiştirir gibi, kabuğundan soyunur gibi. Ne derler bilirsiniz; yaşamak yolda olmaktır. Çünkü hiçbir yerin yerlisi değildir insan, kendinin bile. Çünkü “insan gitmekten yapılmıştır, dünya kalmaktan”. Zamana, mekâna, eşyaya, bir şehre, bir hayata, bir insana daha en başından gitmek için geliriz. Mesela kendine, daha doğarken gitmek için gelir insan. İçindeki ölümle büyür, içindeki ölümle yürür; doğmak ölüme doğru yürümek değil midir biraz? Ve aslında gitmek biraz da olsa tamamlanmayı arzulamak değil midir? İnsan yarımdır hep. Bir şehirden bir şehre, bir mekândan bir mekâna, insandan insana ve hatta kendinden kendine, içindeki o iyileşmeyen yarımlığı bütünlemek arzusuyla göçmez mi insan? Uyandığımızda tamamlanmaz mı rüyalarımız? Hayatı tamamlayan şey ölüm değil midir en çok? Belki de bu yüzden hep içimizden gelir gitmek. Bu yüzden, kendimizi bile defalarca kere uğurladığımız göç yolları gibidir gözlerimiz. Hayatı ölümle birlikte andığımızda, öyle korkulacak bir şey de değildir aslında göçmek. Yoldan geçer gibi sevdiğimizde dünyayı, uzaktan, mutmain ve gönlü tok... Mülkiyetsiz sevdiğimizde yani, göçmek kendine ve kendinden, öyle korkulacak bir şey değil. Hüseyin Akın’ın dediği gibi:
Gitmek için gelir dünyaya insan, bağışlayın.
Açık kalmış bir mikrofon bu dünya.. Dünya bir plastik top, onunla oynuyordum.. Omzumda dünya denen tabut.. Bu kapalı otoparka siz dünya diyorsunuz.. Dünya, çok farklı imajlara bürünerek kendine yer buluyor şiirlerinizde. Her şairin bu sürgün yeri ile didişmesi kaçınılmaz bir durum ama bu söyleşi özelinde, Hüseyin Akın’ın dünya ile alıp veremediği nedir diye sorsam?
İnsana şiir yazdıran sebep dünyanın hâlleridir. Dünyanın yapıp ettiklerine akıl erdiremediğiniz zaman ne yaparsınız? O size sırtını döndüğünde arkasından konuşursunuz. Şairler böyle yapmazlar. Onlar dünyanın yüzüne karşı konuşurlar. Şiir yazmak ölmeden evvel dünyanın yüzüne karşı bir çift laf söylemektir. Şiiri mümkün kılan şey dünya hayatıdır. Eksiktir dünya, yalancıdır, oyalayıcıdır, fânidir ve kaotiktir. Bu yüzden şiir yazmak için en müsait yer dünyadır. Ne anneye ne de babaya benzeyen bir tarafı var dünyanın. Güven vermiyor insana. Ama sürekli vaatlerle kandırıyor peşine taktıklarını. Vermeyi vadettiği şeylerin hiçbirini yerine getirmediği gibi almak istediklerinden fazlasını aldı elimizden. Çocukken sahip olduklarımı gençken, gençken sahip olduklarımı ise orta yaşta iken kaybettiğimi anladım. Dünya sevdiklerimizi türlü bahanelerle birer birer elimizden alıyordu. Aslında dünya ile alıp veremediğim değil, tam tersi verip alamadığım vardı. Ben ona umudumu, mutluluğumu, sevdiklerimi, gücümü, kuvvetimi, ömrümü verdim, o bana boş bir tabaktan başka bir şey vermedi. Hayatım herkes gibi bu boş tabağı doldurmakla geçti. Anladım ki dünya benimle ciddi konuşmuyor dalga geçiyormuş. Çok samimiyetsiz buldum. Kur’an-ı Kerim’de var olan “Dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibarettir.” ilahi hakikatini yaşadığım hayat tefsir etti. Bir taraftan da bütün bunları dünyaya gelişime borçlu olduğumu biliyorum. Aslına bakarsanız, kırk yıl düşünsem dünyaya geleceğim aklımın ucundan geçmezdi. Doğdum ve böyle bir sürprizle karşılaştım. Dünyanın insana yaptığı fenalıklar olmasaydı şiir de olmayacaktı belki de. Çünkü ideale erişilen yerde şiire yer yoktur. Allahualem cennette de şiir yoktur. Çünkü orada kaos, karmaşa, mutsuzluk ve bedbahtlık yoktur. Nasıl dünya “işlerin yolunda gitmediği” yerin adı ise cennet de işlerin mutlak anlamda yolunda gittiği yerin adıdır. İşler yolunda gidiyorsa şiire hacet yoktur.
Bir şiirinizde “Biliyorum, doğruyu söylesem/Sevmezsin beni/Bu yüzden şiir söylüyorum/Üzerine basa basa gerçeğin” diyorsunuz. Bu dizelerinizden hareketle şiirin gerçekle yaptığı o şey nedir, şiirin gerçeğin anlatımında nasıl bir rolü vardır, şiir ne yapar, şiir ne inşa eder biraz bahseder misiniz?
Şiir zaten bir inşa olayıdır. Başka bir şeyi değil kendini inşa eder. Gerçekliği yeniden kurar ve yönetir. Şiir çoğunlukla doğru olduğu konusunda üzerinde ittifak edilen bir yalandır. İnsanlar hakikati örselemeyen bu tür yalanlara ihtiyacı olduğu için şiir okuyup şiir yazarlar. Şair sözünün yalan olduğunu söyleyen Baki, gerçekliği insanın arzulayıp hayal ettiği dünyaya uyarlamak ister. Yaşadığımız hayat neresinden bakarsanız bakın düzyazıdır. Şairler hayatı şiirleştirmek için eşyayı bulundukları noktadan oynatırlar, kelimelere nesnelerin üzerinde inisiyatif vererek şairane bir hayatla dünyaya hükmetmek isterler. Hölderlin’e izafe edilen bir sözde “İnsan bu dünyada şairane mukimdir.” denilmektedir. Bu dünyanın kahrı da çilesi de mutluluğu ve eksikliği de ancak şairane bir duruş ve eda ile çekilebilir.
Her ne kadar gökyüzünden, yağmurdan, serçelerden, türkülerden, umuttan, devinen, dirilen bir hayattan da bahsetseniz şiirlerinizde, mutlaka birkaç satır sonra ölümün gölgesi kelimelerinizin üzerine düşüyor. İçten içe hep ölümle didişiyorsunuz. Sanırım bunu yine en iyi sizin şu dizenizle anlatabilirim: Demin ordaydı hayat yanında ölüm vardı. Şiirleriniz ölümü hatırlatarak hayatı onarmaya mı çalışır?
Aslında ölüm hayattan önde gelir. Kur’an’da da bunu görürüz, Mülk suresinde “Hanginizin daha iyi ameller yapacağını sınamak ve denemek için ölümü ve hayatı yarattık.” buyrulur. Ölüm olmasaydı ne felsefe olurdu ne de şiir. Nereye yürüsem önüme ölüm çıkıyor. Düşünün belki de beş bin beş yüz ellinci yıla girecek insanlık ama siz o vakit orada olmayacaksınız. Yaşama arzu ve iştahıyla insan ömrünün kısalığı birbirini yalanlıyor gibi. İnsan niçin yazar ki zaten? Kendisi yokken kendisini temsil eden bir ulak ihtiyacını gidermek için. Bu ulak kimi zaman geleceğe kalan bir dize kimi zaman bir şiir kimi zaman da bir kitaptır. İnsanın gerçek varisi geriye bıraktığı eserleridir. Dünyada yaşayıp giderken ölüm ne kadar önümüze çıkıyorsa benim yazdıklarımda da o kadar öne çıkmaktadır. Zira gün geçtikçe ölüm hayata baskın çıkmaktadır. Ölümün sesi dirimin sesinden daha fazladır. Sadece ölümün hayattan bir farkı vardır, gürültü yapmadan peşine taktıkları ile beraber yoluna devam eder.
Arkadaşlarınızdan biri sizden, büyümesi durmuş bir çocuk, diye bahsediyor. Bu çok güzel bir ifade, çünkü özellikle şiir kitaplarınızın arka bahçesinde o büyümesi durmuş çocuğun anne ve babasına dair anılarını, hayallerini, hatıralarını ve rüyalarını yaşatıyorsunuz. Şiirlerinizin kalbinin attığı o “ev”e dair neler söylersiniz?
Çocukluk bir sığınak, insan ömrünün cenneti ve de arşividir. Bu yüzden bilinçli ya da bilinçsiz oraya dönüşler yaparak daha saf, yalın ve duru bir şiire ulaşmak isteriz. Çocukların erken büyüdüğü bir dünyada çocukluk yurdundan çıkmak istemeyişim, bir geriye dönüş özlemini içimde sürekli taze tutmakla ilgili bir şey olsa gerektir. Benim şiirimdeki ev Ziya Osman Saba yahut Behçet Necatigil’in şiirindeki evden farklı bir tarafta durur. Sokakla okul ve çevre arasında bir yerdedir. Kaçabildiğim kadar oraya kaçarım. Orada, annesi, babası ve kardeşleriyle şimdikine göre çok tantanasız hayat yaşayan bir çocuğun yaşama sevinci ve saadeti vardı. Diğer yandan şiir, deneme ve öykülerimde realitenin otoritesini sarsacak biçimde olayları ve meseleleri oyunlaştıracak bir yazınsal yaklaşımım vardır. Şahsımla ilgili bahsi geçen kanaatin oluşmasında biraz bunların da rolü olduğunu sanıyorum.
Yazılarınızın hemen hepsinde İstanbul’un ruhunu ve kokusunu hissetmemek mümkün değil. Bize biraz sizdeki İstanbul’u anlatır mısınız? İstanbul’da değil de başka bir mekânda yaşamış olsaydınız mesela, şiirinizin havası ve kokusu nasıl olurdu?
Özellikle ilk şiir kitabım Sevmek Karanfil ve Kiraz’da İstanbul üzerine yazılmış bir bölüm bulunmaktadır. İstanbul’un tarihî bir kent bir metropol olmasının yanında büyük bir şehir imgesi olduğunu ifade etmeliyim. Herkesin İstanbul’u beklentisi kadardır. Özellikle belli kuşaklar için İstanbul hayatın yerini alan bir yaşam-kenttir. İstanbul benim gibi birçok kişinin mücadele alanıdır. Kırsaldan gelen babalarımız makûs talihlerine dur demek için binbir türlü meşakkati göze alarak İstanbul’a çalışmaya gelmişlerdir. Bizim kuşak da bu tutunma kapısından İstanbul’a dâhil olmuştur. Benim şiirimdeki İstanbul ne Yahya Kemal’in ne de Orhan Veli’nin İstanbul’una benzer. Bir türlü söze dâhil olamayan insan mahcubiyetine benzer şekilde bu şehre kendini kabul ettirme mücadelesi vardır. Terk edemediği için sevmek zorunda kalan bir insanın ikilemi görülür. Elbette başka bir şehirde olsaydım şiirimin iklimi, psikolojisi ve hatta söz dizimi bile farklı olurdu. Boşuna dememişler “İnsan yaşadığı yere benzer.” diye.
Adınızla ya da insanın adıyla ilgili oldukça fazla kafa yorduğunuzu fark ettim. Kelimeler noktasında bile mülkiyetsiz olmak gibi bir tavrınız varken insanın “adı”nı bu kadar irdelemeniz bana bu anlamda çok manalı geldi. Desem ki adımız neyimiz olur, adımız bize ne kadar aittir?
Ad insanın şahsiyetinin elbisesi gibidir. Nasıl bizi çıplaklıktan beden elbisemiz koruyorsa, şahsiyet karmaşası ve müphemlikten de isim elbisemiz korumaktadır. Adlarımız olmasaydı çağrılma ve çağırma sorunu çekecektik. Belki de bu sorunu aşmak için kimse kimseyle teke tek muhatap olmayacaktı. Her şey toplumsal düzlemde sürüp gidecekti. Şahsiyetimizin zaman ve mekânla uyumlu bir şekilde sağlam bir zemine oturması için adlarımız önemli vazife ifa ederler. Âdem sadece ismi anılan değil, eşyayı, nesneyi, hayvanat ve nebatatın ismini anan ve ismi ile tanımlayandır. Adımız bizim neyimiz olur? Yeryüzünde yankı yapıp ses getiren bir adımız varsa ölümümüzden sonra adımız dünyaya gönderdiğimiz elçimiz gibi olur. Yoksa böyle bir şey, adımız sadece mezar taşlarında ölüleri dirilerden ayırmaya yardımcı olur. Adımız iyi bir ömre işaret ediyorsa amel defteri nispetince bize ait olur. Bunun için adını yalana ve yanlışa bulaştırıp kirletecek şeylerden uzak durmalı insan. İnsana adı bile muvakkat bir zaman için emanet olarak verildiğine göre ağırlık teşkil edecek diğer şeyler ne derece insanın giderken yanında getirebileceği şeylerden olabilir, bunu yönümüzü musalla taşına dönerek cevaplayalım.
Zaman, geçmişten bugüne sanat ve edebiyat dünyası için en iyi eleştirmendi. Bir sanatçının ya da eserin geleceğe kalıp kalmayacağı zamanın hükmüne bağlıydı. Hâlbuki artık zaman algısının bile derin kırılmalar yaşadığı bir çağda yaşıyoruz. Çağdaş sanat için hâlâ zaman en iyi eleştirmen demek mümkün mü ya da doğru mu?
Elbette bu durum ne kadar oyalanmaya çalışılsa da her zaman caridir. En büyük münekkit ve ayıklayıcı zamandır. Zamanın hükmü herhangi birinin hükmünden çok daha kalıcı ve bağlayıcıdır. Zira zamanın acelesi yoktur, taraf tutmaz ve aşılması gereken yolları, hakkında hüküm verilecek eserle birlikte aşar. Zamanın beğeni ve kaydına layık görülmeyen bir eser aynı zamanda geleceğe kalma dinamizm ve de enerjisinden mahrum demektir. Çünkü zaman kendisinden geri kalan marifeti iltifata tabi kılmaz. Bugünün sıkıntısı, zamanın hükmünü dikkate almadan birileri tarafından sahaya bile çıkmadan hükmen galip sayılan yazarlar ve eserleridir. Kısa süreli parlamalar bir eseri iyi eser, kült eser ya da yazarını ölümsüz yazar yapmaz. Sadece konjonktür ve dönemlere hizmet eder.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve onlarla ilgili aklınıza gelen ilk cümleleri sorsam.
Göç:
Bir binanın göçmesi ile bir ailenin topraklarını, evini barkını ve hatıralarını bırakıp göçmesi arasındaki ihmal edilen yakınlık.
Rıhtım:
Hayat gemisi bir limanda yükünü doldururken diğer limanda yükünü boşaltır; ölümün ağırlığını bu rıhtımda hayata yüklerler.
Rüya:
En ilkel ve en sahici sinema modelidir; karanlıkta izlenir, sinemanın dağılmasıyla uykunun dağılması bir noktada buluşur.
Beklemek:
Kaleyi korumak için savunmada kalmak; bekte kalanın sabırla yüzleşmesi.
Türkü:
Türk milletinin hikâyesi ve romanı, hem yakılır hem çığırılır hem de çağırılır.
Serçe:
Adı kendinden daha yükseklere uçabilen minik kuş; oysa biz onu bir arabaya marka yapmışız.