İy Süleymân şol kopuzun kılını
Bur kim ögrenlüm bu kuşlar dilini
Kuş misâli bunda Attâr’un durur
Kalanını eyleyen yârun durur1
Gülşehri
Bir olayın ilginçliği, haber değeri taşıması ve heyecanı günümüz dünyasında çok kısa sürüyor. Galiba bunun en önemli sebebi iletişim araçlarının bu denli geliştiği bir zamanda uzak yerlerin yaşanmışlıklarına anlık ulaşabiliyor olmamız. Ruhumuzun modernliğe alışmış taraflarının oburluğu ve tatminsizliği, hayat telaşının ve hızının artmasıyla birlikte olabileceklerin ihtimalinin artması da diğer sebepler oluyor. Doğaldır ki değişkenliğe alışmış insanlara metin üretmek durumundaki edebiyat da buna uyum sağlıyor ve yazarlar, sürekli yeni konular aramak zorunda kalıyor. Yine de birtakım karşılaştırmalı okumalara, konu tekrarına düştüğü ithamlarına maruz kalıyor.
Oysa eskiden zaman yavaş ilerlerdi. Büyük olaylar sindirile sindirile dinlenir, uzun müddet o olayın ayrıntıları hafızalarda yaşatılırdı. Böylece olay, sözlü gelenekte kurgu metne bürünür, farklı etkilerle zenginleşirdi. Ağıtların, destanların ve kimi mesnevilerin oluşum öyküsü kısaca... Maharet de yeni bir olay anlatmaktan ziyade aynı olayı, içine yeteneğini ekleyerek farklı bir tatla anlatmakta aranırdı. Ben bunu, daha önce tatmadığımız bir yemeğin tadına bakmak yerine, en sevdiğimiz yemeğin farklı ustalarca yapılmış hâlini defalarca yemeye benzetiyorum. İçeriği biliyoruz ama yeni ustanın maharetine de saygı duyuyoruz.
Sadece Türk edebiyatında yirminin üzerinde Leyla vü Mecnun mesnevisi var. Hemen hepsinin konusu aynı: Kays ve Leyla birbirlerini severler, kavuşamazlar. Kays aşkı yüzünden çöllere düşüp aklını yitirir. Bu yüzden halk ona, aklını kaybetmiş anlamına gelen Mecnun adını takar. En sonunda ikisi de ölür. Ustalık, herkesin bildiği bu olayı kendi tarzınla sunabilmektir. Evet, Mecnun duygularını Leyla’ya açmıştır fakat bunu yaparken hangi güzel cümleleri kurmuştur? İşte ustalık, Mecnun’a kurdurulan cümlelerde gizlidir. Bu sayede aynı hikâyeyi birçok sanatçı yeniden yazma imkânı bulur.
Aslında bir oyun vardır orta yerde. Defalarca işlenmiş bir konuyu yazma cesareti gösterebilmek de oyunun heyecan veren yönüdür. Öte yandan bazı ustaların oyunu bozacağı tutar. O denli üst seviyede bir söyleyişe ulaşırlar ki kendisinden sonra bir başkası o vadiye ayak basmaktan çekinir. Çünkü artık yazılacak yeni metnin, karşısında kıyaslanabileceği bir eser vardır; büyük usta, karşıya aşılması gereken bir dağ koymuştur. Şeyhî’yle birlikte Hüsrev ü Şirin vadisinin, Hamdullah Hamdi’yle birlikte Yusuf u Züleyha vadisinin, Fuzuli’yle birlikte Leyla vü Mecnun vadisinin kapanması gibi.
Bazılarıysa o ustalığa, hikâyenin Türkçedeki ilk örneğiyle ulaşır. Bu türden ustalar, değil oyunu bozmak, oyunun kurulmasına bile izin vermezler. Daha en baştan o vadide tek söz sahibinin kendileri olduğunu ilan etmiş olurlar. Bin iki yüz elliyle bin üç yüz elli yılı arasında yaşadığı düşünülen Gülşehri de işte bu tür oyunbozan ustalardandır ve belki de edebiyat vadimizde oyunbozanlığın ilk temsilcisidir.
Gülşehri, Kırşehir sakini şairlerdendir. Asıl isminin ne olduğu tartışmalıdır. Mahlasını da Kırşehir’in eski ismi olan Gülşehir’den alır. Ki aynı zamanda, divan edebiyatında mahlas kullandığını bildiğimiz ilk şairdir. Bir anlamda mahlas geleneğinin kurucusudur. Kırşehir merkezli şairlerin kendilerine has bir anlayışları vardır: Dinî-tasavvufi konuları işlerler ve -Mevlana merkezli- Konya’nın aksine Türkçeyi kullanırlar. Tasavvufi konuları işleyen Gülşehri’nin de Türkçenin edebiyat dili olarak kabullenilip yerleşmesinde emeği büyüktür.
Gülşehri, İranlı şair Feridüddin Attar’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserini Türkçeye kazandırmıştır. Türkçe karşılığı “kuşların dili” anlamına gelen ve mesnevi biçiminde yazılmış Mantıku’t-Tayr’da, kendilerine Simurg’u padişah seçmek isteyen kuşlar anlatılır. Binlerce kuş, Simurg’a ulaşmak için Hüthüt’ün önderliğinde yola çıkarlar ancak onun dergâhına yalnız otuz tanesi ulaşır. Yolculuğun her bir merhalesinde diğer kuşlar nefislerine yenilmeleri, gözlerinin korkması gibi nedenlerle yolculuğun dışına çıkmışlardır. Dergâha vardıklarındaysa karşılarında bir ayna bulurlar, böylece Simurg’un aslında kendileri olduğunu anlarlar.
Konusundan da anlaşılacağı üzere Mantıku’t-Tayr alegorik bir metindir. Yani anlatılanlar, metnin konusunun dışında başka şeyleri temsil eder. Simurg’u arayan kuşların yolculuğu da tasavvuf yolculuğunun temsilidir. Burada Simurg Allah’ın, onu arayanların aynada kendilerini görmesiyse vahdet-i vücut inancının karşılığıdır. Tasavvuf yoluna girip sonunu getiremeyenlerse kafileden ayrılmış diğer kuşlardır.