Mavi deyince beyazı geçiriyorduk içimizden, kar deyince Erzurum’u. Biz, memleketini uzaktan sevenler, doğduğu yeri yalnızca türkülerde, şiirlerde, Ahmet Hamdi’nin şehirlerinde, büyüklerinin anılarında tanıyıp bilenler, aldığımız ilk nefesi özler gibi özlüyorduk bir kara parçasını. Terk-i diyar eylemiş ailelerin “Bizim niye köyümüz yok?” diyen çocuklarıydık. Ben, sen, o, biz… Karşımıza çıkan nostaljik radyolarda, siyah beyaz filmlerde, eski model arabalarda derin bir mazi gören ve içten içe zamanın payımıza düşmeyenini kıskanan yeni yetmelerdik.
Yaşımızı ve yaşantımızı ifşa eden paragraftan önce gelecekti öykü. Ama yakın zamanda anneannemi kaybettik, dalgın düşüncelerimi mazur görün. Üzüntü bazen insana devrik cümleler kurduruyor veyahut devrik öyküler yazdırıyor. Mutlak son, doğduğumuz andan beri herkese aşikâr olduğuna göre belki de yaşamak öyküsü de devriktir. Önemli olan yol. Evet yol, yola çıkacaktım, çıktım da.
İki yıl önce kardeşim ve teyzemin kızlarıyla gezi planı yapmıştık. Doğuya gidecektik. Yüksek ve karlı dağlara. Gri bir şehre. Kaymadan yürümeye çalışacağımız tarihî sokaklara. İçini ısıtmayı öğrenenlerin üşümediği, çayların limonsuz gelmediği bir yere. Anneannemin masalımsı hikâyelerinde dinlediğimiz, “Dadaşlar Diyarı” memleketimize gidecektik.
Defterlerimiz siparişlerle; bavullarımız patiklerle ve atkılarla doldu. Bir akşam vakti yola koyulduk. Sisler içinde ilerlemeye alışkın olmayanlar için uykusuz geçen gecenin ardından, gün doğumunun süslediği karlı zirveler göründü. Geniş ve dümdüz ova vardı önümüzde. Kızıl ışıkların bulutları boyadığı, mavinin ara ara gülümseyerek göz kırptığı bembeyaz kartpostalın içine düşmüştük. Nefes alıp veren, bacası tüten bir kentti burası. Şehir merkezine girmeden otogarda durduk, araçtan indik, kemiklerimizi sıkıp titreterek kucakladı sabah ayazı bizi. Kış gelmiş, sahiden, bunu kollarımıza sarılınca hissettik. Olsun, insan memleketinde kara kışı bile sever diyecek kadar Erzurumluyduk ya da durumu romantikleştirecek kadar yabancıydık.
Dört günlük programımızı aralık ayında gidilebilecek yerlerle doldurmuştuk. O yerlerden biri de Taşhan’dı. Rüstem Paşa Kervansarayı... Günümüzde, taş duvarları arasında taşların işlenip kıymetlenip satıldığı bir han. Buradaki dükkânlar sahibine sadece babadan miras değil aynı zamanda koca tarihin emaneti. Yüzlerce yıldır ayakta bu duvarlar, kim bilir kaç insan girmiştir kapısından içeri? Üç beş tane taş aslında, fakat kaç muharebe atlatmış, kaç insanın hayatına dokunmuş, yine de ayakta, bize kendi lisanında bir şeyler anlatıyor. Biz ise kim tespih istiyor, kime yüzük alınacak diye konuşuyoruz, sesimiz perdeliyor duymamız gereken her şeyi. Dükkânlar arasında yürüyoruz, Taşhan o dakikalarda eski bir AVM’den ibaret bizim için, tarihin ta kendisi olduğunun farkına varamamışız. Geziniyoruz. Sonuçta en güzelinden oltu taşı tespih veya yüzük almak, bu şehrin tüm ziyaretçilerinin olduğu gibi bizim de hakkımız. Yüzlerce çeşit arasından birkaç şey beğenip elbette hakkımız olanı aldık. Nihayet işimiz bitmişti, çıkıp gidecektik, nereye mi? Tabii ki Erzurum’u çarşı pazar gezmeye… Fakat bir şey, ayak seslerinin, tempolu gürültünün arasında sakince zamanın akışını tersine çeviren bir şey duydum. Memlekete ayak basınca dinlemeyi unuttuğum o memleket türküsünü, herkesin bildiği, herkesin duyduğu, herkesin sevdiği ama benim gibi sarışınların diğerlerinden biraz daha çok sevdiği o ezgiyi…