İncir Ağaçları, Islıklar ve Yeşil Mercedes

Salonun ortasında çiçekli pijamalarımla ayakta duruyordum. Başımı kaldırıp duvardaki saate inanmayan gözlerle baktım. Deminden beri üçüncü defa yapıyordum bunu. Ortada bir yanlışlık olmalıydı, pili zayıflamıştı belki de. Oysa adım gibi biliyordum, yanlışlık falan yoktu. Saat doğruydu ve ben bir türlü kabullenemiyordum. Bu işkenceyi kendimize neden reva görüyorduk, mantıklı bir cevap bulamıyordum. Tek istediğim yatağıma geri dönmekti. Kesinlikle Uykucu Şirin’in motivasyonuna sahiptim. “Erken uyu, erken uyan.” şeklindeki bütün ilkokul fişlerini yırtıp yakmak istiyordum.

Yaz tatilinin ilk haftası geride kalmıştı ve biz sabahın yedisinde ayaktaydık. Fatih ıslık çalarak lavabodaki aynada saçlarını düzeltiyordu. “Berbere gitme zamanım gelmiş,” dedi, “sen ne dersin?” Cevap vermedim. Hâlâ ayakta durmuş duvardaki saate bakıyordum çünkü. Ne cesaret edip yatak odasına dönebiliyordum ne de gidip hazırlanmak geliyordu içimden. Daha fazla dayanamadım. En yakındaki koltuğa bıraktım kendimi. Bedenim sanki normalin birkaç katı yer çekimine maruz kalmıştı. Uykunun balyozu ense köküme inerken düşüncelerim berraklığını yitirdi. Bilincim meçhul bir elektrik süpürgesi tarafından azar azar çekildi ve Fatih ıslıkla “Çayır Çimen Geze Geze” çalarken dalıp gittim.

Tekrar gözlerimi açtığımda oyunbozan diyerek başımda çığırtkanlık yapan kocamı gördüm. “Tut sözünü,” diyordu, “kalk hadi!” Ağlamaklı bir sesle yalvardım, “O sözü verdiğimde uykum yoktu. Dinç ve enerjiktim. Bütün zorluklara karşı durabilir, her şeyi yapabilirmişim gibi hissediyordum.” Kocam zoraki gülümsedi. Sanki acımıştı biricik karısına: “Bence bu kadar mantıklı konuşabiliyorsan uykun açılmış demektir.” Ardından sesindeki ciddiyet beni hayal kırıklığına uğrattı. “Haydi, hazırlan! Geç kalıp sabah serinliğini kaçırmayalım.” Yapacak bir şey yoktu, katlanacaktım. Kucağında şefkatli bir dede gibi oturduğum koltuğu terk ettim.

Bir kürek mahkûmunun talihsizliğiyle bedenimi yatak odasına kadar sürükledim. Kar beyazı yatağımla pamuk şekeri rengindeki yastığıma özlemle baktım. Fatih biraz önce beni sarsarak uyandırmıştı ve o şokla salona kadar gitmiştim. Gözlerimin cin gibi baktığı bir yaşama sevinci ânında dilimle kendime yaptığım kötülüğe inanamıyordum. Oysa, bir haftadır olduğu gibi, yatağımda kalıp Fatih’in dönmesini ve gelince beni, uyuyan güzel efektiyle uyandırmasını bekliyor olabilirdim. Dolaptaki boy aynasında kendime baktım. Bir kadının en çirkin ve savunmasız olduğu ânı yaşıyordum. Uyurken başımızda oturup saatlerce güzelliğimizi seyredecek erkekler vardı şu dünyada. Fakat uyandıktan hemen sonra -hele de uykusunu alamamış bir kadına- aynı hayranlık hisleriyle bakacak birini bulmak zordu.

Birden komodinde duran çırpı bacaklı çalar saatin zembereği boşaldı. Kendinden geçen bu mekanik horozdan nefret ediyordum. Davul gövdesi ve fıstık yeşili rengiyle yeterince iticiydi. Yeni bir şok dalgası geçti üzerimden. Fatih, çalar saat çalmadan uyandırmıştı beni. Biraz daha uyuma imkânımı elimden almıştı. “En iyi uyku açma yöntemi, uyanınca çalar saati dinlemektir.” dedi içeriden çok bilmiş kocam. Aslında o mekanik horozun icabına kolaylıkla bakabilirdim. Çizgi filmlerde başına inen balyozlardan haberi yoktu. Fakat ona bu yetkiyi veren bizdik ve şimdi böyle ağır bir şekilde cezalandırmak abes kaçacaktı.

Kendimize işkence ediyoruz diye söylenerek elbise dolabını açtım. Kocam umursamadı, ıslıkla “Hercai” çalıyordu. Kürek mahkûmu kıyafetimi seçtim. Üstüme, dizlerime kadar uzanan deniz mavisi bir tunikte altıma da krem rengi bir pantolonda karar kıldım. Yüzüm gözüm şişmişti ve isyan bayrağını çekmişlerdi. Boks maçından çıkmış harap bir güzelliğe sahiptim. Saçlarım elektriklenmişti, bu hâlleriyle hiçbir şampuan reklamında oynayamazdım. Enkazı toparlamam gerekiyordu. On dakika sonra hazırdım. Normal zamanda yarım saatten önce hazırlanamazken, şimdi bir an önce gidip dönmek ve yatağıma gömülerek saatlerce uyumak istediğim için durumu kurtaracak kadarla yetinmiştim.

Fatih yanıma geldi. Gözlerini kısarak rüküş karısını inceledi. Vestiyere yasladığı telefonda “Haberi Olsun” çalıyordu. Keyifli anlarımızda muziplik olsun diye dinlerdik ve şimdi dünyadaki en nefret ettiğim şarkı olmuştu birden. “Yüzün gülsün biraz.” dedi. Ama yüz kaslarım bu yorucu eylemi imkânı yok yerine getiremezdi. O anda, gülmenin aslında zahmetli bir eylem olduğunu fark ettim. Ağacından koparılan bir koala gibi öksüz hissediyordum kendimi. Kocamın üzerinde, tuttuğu takımın forması ve gri eşofman altı vardı. Konsepte uygun giyinmişti. Fakat umurumda değildi. Bu saatte uyandırdığı için ona çok kızıyordum. Uyuyan güzel olarak kalmak benim hakkımdı. Yatağından zamansız kaldırılan prenseslerin hışmına uğramaktan korkmuyordu demek.