Zaman, insanın düşmanı olduğu gibi insan da zamanın düşmanı sayılabilir. Ömür, önümüze serilmiş upuzun ve bitmeyecek bir yol gibi gelir. Onu hem geçmişe hem de geleceğe doğru çekiştirip durur ve ondan kendimize çeşit çeşit teselliler yontarız. Mazi ile gelecek arasında bir salınma hâlidir hayat. Salınmayı becerebilirsek anlamlı bir ritmi tutturduk demektir. Bu öyle kolay bir şey değil elbette.
Geçmişle kurduğumuz bağ takıntılı bir mahiyette ise her kendimize gelişimizde ânın elimizden kaçtığını anlarız. Stadyumda ilk kez maç izleyen kimsenin golün tekrarını beklemesi gibi ıskaladığımız zamanı geri getirmek isteriz. Ama geç olur, ne yapsak geri getiremeyiz kaçan ânı.
Olduramadıklarımıza yakınmaktan bir türlü olmaya fırsat bulamayız hayatta. Ernest Hemingway de ünlü romanı Çanlar Kimin İçin Çalıyor?’da “Şimdiden gayri bir şey yok. Ne dün var kesinlikle ne de bir yarın. Bunu anlamak için kaç yaşında olman gerekiyor?” diye söylenir. İnsan, hayatın kıyısında kaç yaşına gelirse gelsin bir elinde geçmişin acı veren çetelesi diğer elinde yarının sularına attığı oltanın makarasıyla bekler. Daha iyisi neden olmasın diye beğenmeyip suya geri bıraktığımız bir balık gibi bugüne yüz vermeyiz, burun kıvırır, surat asarız. Canlı, kanlı, parlak ve kıvrak gözümüzün önünde, avucumuzun içinde bize bakıp duran o tazeliği, muhal bir gelecek emeline değişiriz.
İhtimaller bizi heyecanlandırır. İnsan, olandan ziyade olacağa meyleder. Gözü hep yükseklere kayar. İhtimaller beklentileri doğurur. Her doğan beklenti insanı yaşadığı âna kör kılar. Gelecek bir seraba dönüşür ve insan o serabın büyüsünden kendini alamaz. Güzel olan hep gelecektedir sanır. İnsan, müstakbel güzelliğe teşnedir hep. Gözünün önündeki, yanı başındaki cepte kekliktir.
Zamanın bizi sıkıştırdığı, elimizin ayağımızın birbirine dolaştığı dar vakitler olduğu gibi yapacak iş bulamayıp vakit celladı kesildiğimiz de olur. “Zaman öldürüyoruz işte!” diye bıkkınlığımızı izhar ettiğimiz çoktur. Bize peşin ödenmiş bir maaş gibi savurup dururuz geniş vakitlerimizi. Akmayıp da damlayan dakikalar bir eziyete dönüşür, akrebin ahesteliği batar gözümüze. Gelecek olana meftun bekleyip dururuz günlerin, ayların, yılların çarçabuk geçmesini. Yenisinden bir şeyler umarız geçip gittikçe eldeki. Uma uma dönsek de muma, çekilmeyiz arkası meçhul emel kapılarından. Ucu bucağı görünmez ufuklara uzanan, kesilmeyen bir umut ile avunuruz.
“Yarın, yarın! Ne kadar yakın ve ne kadar uzaktı!” diyor, Korku isimli eserinde Stefan Zweig. Yarın, umutla beklediğimiz meçhulken korkuyla karşıladığımız bir gerçeğe dönüşür. Bugünü yarınlara ısmarlayarak geçirirken, kıymeti bilinmemiş vakitleri öldürürüz gözümüzü kırpmadan. Emeksiz geçen vakitler ömrümüzden eksiltir, zaman değil biz zayi oluruz. Bedeli ödenmemiş yahut hakkı verilmemiş zaman, maktulümüz olarak boynumuzda asılı durur.
Zamanımızı neye yorarsak o da bize o cinsten karşılık verir. Kudretini topraktan çekerek boy veren bir fidan gibi insan da ânın toprağında hayatına emek vererek gürbüzleşir. Yaşamak, yeşermeyi ve tazeliği çağrıştırır. Her ân yeni bir işte olanın insandan muradı da en güzel işten başka bir şey değildir. Büyük düşler, büyük söylemler değil vaktin gereğince, cevherimiz nispetinde emek vermektir hayata kıymet veren.
Gençlik bilseydi ihtiyarlık yapabilseydi, diye bir söz vardır. Ne de isabetli bir söz! İnsan yaşla kemale eriyor, hakikatine yaklaşıyor ama bunun gereğince yaşamak için gücünü kaybetmiş oluyor. Buraya gelince insan eşiğinde beklediği geleceğin, esiri olduğu beklentilerin beyhudeliğini kavradı/kavrıyor/kavrayacak sanki.
Ân, aslında ölçülemeyen bir zamandır. Bir süre zarfına koyulamaz ancak içine o kadar çok şey sığar ki sayılamaz. Ân, doğurgandır. Kıymetini bilene, kendisine tüm veçhiyle dönene lütufkârdır. Ân içinde bin yıla sığmaz işler oluverir de anlamayız. Vaktini geçirip gidecek, her ne varsa âlemde. Vaktinde kıymet bulmayan şey israf olur. Ânın israfı ise telafisi mümkün olmayan türdendir. Geri gelmez, ne versen bedelim diye kabul etmez. Mihri Hatun’un deyişiyle: “Mâdem ki bu sipihr-i felek eylemez karar/ Mâdem ki bu zemîn ü zeman ber karârdur.” Öyle ki bu yarımlık yurdunda her şeyi tastamam etmek hiç mümkün değildir o zaman vakti nimet bilip ona hürmet gerekir.
Meseleye muvafık Tuhfetü’l-Uşşâk’ında geçen şu beytiyle sanki ruhuna rahmeti çekti tam da yazı biterken bakın Niyazi-i Mısri:
Geç geçenden ibn-i vakt ol gözle hâl
Anma ferdâ gussasın ferdâya sal