Yol Oğlu Hâdi

İlbeyi derlerdi ona, asıl adı Boran’dı. Buraya gelmezden evvelki ismiydi Boran. Boran aşağı Boran yukarı hayli hırpalandığı için Adana’ya gelir gelmez ilk işi yedekteki ismini yürürlüğe koymak oldu.

Adana’nın sıcağı sadece alnını değil, elmacık kemiklerinden boyun altlarına, yüz çizgilerinden ense köküne kadar dağlamadık yer bırakmamıştı. Yanmaktan korlaşmaya fırsat bulamamış gibi susup duran ellerini hiç saymıyorum. Pamuk tarlasında beş dakikalık arada çatlayan dudaklarını su ile tanıştırdıktan sonra ağzındaki ıslaklığı gömleğinin yenine bir güzel silerken yorgun başını zorla kaldıran 18’inde olduğu hâlde ancak 14’ünde gözüken yanındaki gence yaklaşarak: “Nasılmış Kevakip, benziyor muymuş Afganistan’a, sizin oralara?” dedi.

Hiçbir söz söyleme mecali yoktu Kevakip’in, etrafa boş boş baktı. Ardından susma niyetini bozarak son nefesini verir gibi konuştu: “Ben ırgat nedir burada öğrendim ağabey?”

Bir sonraki cümleye hazırlanır gibi yaptı, ama başını öne eğip sustu. Sağ eliyle Kevakip’in sırtını sıvazladı İlbeyi.

İki sene önce İran üzerinden Van sınırını aşarak Afganistan’dan Türkiye’ye gelmişti Kevakip. Bir süre Bayburt, Gümüşhane ve Erzurum’un köylerinde çobanlık yaparak karnını doyurmaya, artanıyla da üç beş kuruş biriktirmeye çalışmıştı. Adana’da çalışan bir Afgan arkadaşının tavsiyesiyle çobanlığı bırakıp pamuk tarlasında aylıkçı işçi olarak işe başlamış, böceklerin istila ettiği tarlalarda uzun süre elleriyle toplamıştı pamuğu. Çünkü makine ile çalıştıklarında, makinenin iğneleri taşa çarptığında kıvılcım çıkarıp pamuğu ve makineyi yakabilirmiş. Memleketinden arayıp da hangi işte çalıştığını soranlara “beyaz altın” işinde çalıştığını söylerdi. Pamuk tarlalarında dolaşırken beyaz gelinlikler arasında olduğunu düşleyip uçsuz bucaksız hayallere daldığı da olurdu Kevakip’in.

Tarla sahibi Erzel Bey, her gün son model lüks arabasıyla gelip pamuk işçilerini şöyle uzaktan izleyip ustabaşına gerekli izahları yaparak çeker giderdi. Ustabaşı Melikşah Bey, tarla sahibi Erzel Bey’e her şeyi olumlu yanıyla anlatır, işçilerin ihtiyaç, dert ve sıkıntılarını bir türlü söylemeye cesaret edemezdi. İşçilerin çoğu gibi Kevakip de altı aydır emeğinin karşılığı olan parayı alamamış, istemesini de bilmez ne yapsın, derdine tercüman olması için her seferinde hatırı geçtiğinden ıkına sıkıla da olsa İlbeyi’ne söyler, altı aylık alacağını nasıl tahsil edeceği konusunda kendisine akıl vermesini isterdi. İyi adamdı İlbeyi, elinden hiçbir şey gelmediği zaman Kevakip’le lokmalarını paylaşır, bir ihtiyacın var mı diye sormadan cebine gönlünden kopanı sıkıştırırdı.

“Biz ırgat değil rençberiz.” diye karşılık verdi İlbeyi Kevakip’in sözüne. Belli ki ırgat kelimesiyle pamuk işçilerinin çalışma koşullarını anlatmak istiyordu. Rençberlik sanki daha başka bir şeymiş gibi. Yaptıkları işin zorluğuna delil olsun diye bununla da yetinmeyip Yaşar Kemal’in “Bakın şu sarı sıcak, bir çökmüş ki insanın kemiklerini kavuruyor, eritiyor.” sözünü de bu değerlendirmesine kefil gösterdi.

“Yok,” dedi Kevakip ellerini çaresiz iki yana uzatarak “toprak ağalarının insafına kaldıksa sonumuz perişanlıktır. “Bir tek umudumuz var!” İlbeyi, Kevakip’in umutlandığı şeyden çok meraklanıp heyecanlanmıştı. Toprak reformundan devlet garantisine kadar bir sürü şey geçti aklından.

Kevakip arkadaşı İlbeyi’nin ziyadesiyle meraklandığını görünce dayanamayıp direk konuya girdi: “Sen ‘Yol oğlu Hâdi’yi işitmedin mi hiç?”

“Duydum duymasına da” dedi İlbeyi, bir müddet kuracağı cümleden emin olmak istercesine susarak, “onun burada ne işi var?” diye cevap verdi.

Kevakip bu kez, öğrendiği Türkçeyi tane tane ve özenle kullanarak:

“Yol oğlu Hâdi bilmez misin hep geçerken uğrar. Eğri cetvelleri doğrultur. Molla Kasım neslinden geldiği söylenir. Hafızasında hakikatin süzgecinden geçmiş yüzlerce hadis barındırır. O bir şehre geldiği zaman teraziyi yamuk tutanlar sıvışacak delik ararlar, sahteyi doğruyla karıştıranlar yer yarılsa da içine girsek derler. Onun geleceğini haber alan sahtekârlar korkudan ortada gözükmemek için bulutlu havada yağmur duasına çıkarlar. O, “Erenler” değil ‘gelenler’ zümresine dâhildir.”

“Haydi hayırlısı!” dedi İlbeyi ve oturduğu yerden kalkmak için çatlamış parmaklarıyla yere abanıp güç alarak doğruldu. Yeniden pamuk tarlasında beyazlar içerisinde yok oldu. Ustabaşı Melikşah, Kevakip’in işi yavaştan aldığını görünce varlığını göstermek istercesine ona doğru yürüdü. Zaten Kevakip de böyle bir fırsat kolluyordu. Melikşah bir şey söylemeye davranmadan Kevakip ileri atıldı: “Ustam bu yedinci ay olacak. Bu karın doymak, bu beden ev bark ister. Toprak mülk sahibine emeğinin karşılığını veriyor, lakin mülk sahibi çalıştırdığı emek sahiplerine karşılığını vermiyor. Bu nasıl bir iştir? Sadece güneş altında yanmıyoruz, aynı zamanda parasızlıktan ve açlıktan kavruluyoruz. Beyimize söyleyin bizim hâlimize bir çare bulsun.”