Çok eskiden ormanlarıyla ünlü Yenisey Nehri kıyısında yaşayan bir Türk kabilesi varmış. Kabile bir gün düşman baskınına uğramış. Sağ kalan kimse olmamış, bir erkek ve bir kız çocuk dışında. Çocukları bulan yaşlı kadın kabilenin adı sanı kalmasın diye onları bir uçurumun kenarına götürmüş. Tam çocukları atacağı sırada bir ses işitmiş: “Bekle ey ulu bilge kadın! Bu günahsız yavruların canına kıyma. İnsanlar iki küçük yavrumu öldürdü, onları ver bana da evlat edineyim.” Yaşlı kadın “İyice düşündün mü? İnsan yavruları bunlar, büyüdüklerinde yine evlatlarını avlayacaklar.” demiş. Geyik Ana, yaşlı kadını dinlememiş, onları alıp ormanlarla örtülü Isık Göl’ün kenarına götürmüş, sütüyle beslemiş. Çocuklar büyümüş, soyları çoğalmış, zengin bir hayat sürmeye başlamışlar. Ancak içlerinden birinin ölümüyle her şey karışmış. Ölenin çocukları, babalarına yaraşır bir iz bırakmak amacıyla onun mezarına maral boynuzu dikmek istemişler. Bunun için büyük bir maralı avlamışlar ve bütün büyü bozulmuş. Bundan sonra Geyik Ana, Isık Göl’ü terk etmiş.
Avcılık, insanlık tarihinin en eski uğraşlarından biridir. Mitolojilerden modern masallara kadar neredeyse kendine yer edinmediği bir zaman dilimi yoktur, tabii ki asırlar içerisinde mahiyetini ya da işlevini değiştirerek.
Evet, av temelde bir geçim kaynağıdır fakat geçim kaynağı olarak kalmaz. O, kimi zaman fiziki ve manevi gücün işareti, savaş hazırlıklarının bir parçası kimi zaman tanrılara sunulan bir armağan kimi zaman “ad” almanın bir yoludur. Fakat bunların ötesinde av ve avcı birer semboldür, insanlığın ruh hâlini ortaya dökmeye çalışan bir sembol. Ya da anlatmanın farklı bir biçimi!
Mesela yukarıdaki hikâye Manas Destanı’nda geçer. Buradaki Geyik Ana sıradan bir hayvan değildir, geçmişten bugüne bir milletin değerlerinin taşıyıcısıdır, kültürel hafızadır. Kabilenin ilk ana-babasını emziren, büyüten, çoğalmalarına yardım eden odur. Yıllar sonra içlerinden birinin çıkıp Geyik Ana’nın yavrusunu avlaması geçmişle gelecek arasındaki köprünün yıkımına neden olur, çünkü kendilerine ait önemli bir kutsalı yok etmişlerdir. Ve anlaşılan o ki hikâyedeki geyik avcılığı, aslında kültür avcılığını sembolize eder.
Modern zamanların klasikleşen anlatılarında av sembolünü ustalıkla kullanan yazarlardan biri şüphesiz ki Ernest Hemingway’dir. Hemingway, Yaşlı Adam ve Deniz’de küçük kayığıyla kocaman bir balığı tek başına avlamaya çalışan Santiago’nun hikâyesini anlatır bize.
Neşeli, deniz rengi gözlerinden başka her şeyi kocamıştır bu adamın. Ensesinde derin kırışıklıklar, cildinde güneş lekeleri, ellerinde misinaya takılan ağır balıkları çekmekten oluşan kalıcı yarıklar… Ve neredeyse bir deri bir kemiktir ihtiyar.
Fakat azmiyle tutkusuyla tam bir deniz kurdudur. “Her gün, yeni bir gündür.” diyerek un çuvallarıyla yamalı yelkenini balık avlayamadan geçirdiği seksen dört güne inat yeniden açar. İlk günün öğleninde ihtiyarın misinasına hayatında gördüğü ve işittiği en büyük balık takılmıştır. Santiago onun güçlü, devasa cüssesine, mor çizgilerine, asilliğine ve yeteneğine hayran olur. Balıkla boğa ile güreşen bir matador gibi savaşır. Üç günün sonunda ihtiyar kan revan içinde kalır ama balığı da öldürmeyi başarır. Fakat her şey yeni başlamıştır. Büyüklüğünden dolayı kayığın yanına bağladığı avın kokusu çoktan köpek balıklarına ulaşmıştır. İhtiyar, elinde zıpkını, kakıcı, bıçağı kalmayana kadar onlarla da mücadele eder. Ancak, kayık kıyıya ulaştığında avdan geriye yalnızca iskeleti ve bir başı kalmıştır.
Hemingway, doğaya ve vahşi hayvanlara hayran bir yazardır. Amerika doğumlu olmasına rağmen yaşamak için farklı toprakları seçmesinin altında da bu vardır. Hipopotamlar, filler, gergedanlar, kobra yılanları için Afrika’da, büyük balıklar ve özellikle Gulf Stream akıntısı için Küba’da, boğa güreşleri için İspanya’da yaşar. Hatta bu uğurda Kilimanjaro’nun tepelerinde uçak kazası bile geçirir. Boks müsabakalarına ilgisini de hesaba katacak olursak onun bu tutkusu, insanın insanla, doğayla ve hayvanla mücadelesine biçtiği değeri yansıtır. Belki de bu Hemingway’in kendi kendisiyle olan mücadelesidir. Tıpkı Yaşlı Adam ve Deniz’de olduğu gibi.
Ortada insan ve hayvan arasında yaşanan büyük bir mücadele, nabzı düşmeyen bir azim var. Ancak bu, buz dağının yalnızca görünen kısmı. Aslında Santiago, peşine düştüğü devasa avında eksik bir parçasını arıyordur: İtibarını, onurunu, gururunu! Kılıç balığı, ihtiyarlığın elinden aldığı itibarıydı. Yaşlı adam, okyanusun derinliklerine açılacağını ve avını köpek balıklarına hissettirmeden karaya çıkarmanın belki de imkânsız olduğunu baştan beri biliyordu. Ama hırsı uğruna ava giderken avlandı. Hamallığını yaptığı gururu köpek balıklarına yem oldu. Hem kendinden hem de balıktan özür dilerken hangisinin av hangisinin avcı olduğu belli değildi.