Bozkır, Soğuk Gecelerde Hikâye ile Ayakta Kalır. Sabaha Çıkacak Gücü Hikâyede Bulur. O Hikâyelerde de Sevda ve Gariplik, Garibanlık Yok Mudur?

MUSTAFA ÇİFTÇİ

söyleşİ

Sümeyye Özgen

Sonsuz uzayıp giden zaman donmuş ve durmuştur sanki. Yazın gök bulutsuzdur, günler uzun. Bakarsın, uçsuz bucaksız bir sarı. Bakarsın, gözün gördüğü her yer ve her şey aynı yıllar öncesinde olduğu gibi. Kışları, ayın soğuk süt beyaz ışığı altında, evlerin sıvalarını yalayan aralıksız rüzgârın tekdüze uğultusunu unutturmak ister gibi hararetle yanan teneke sobanın etrafında kızarır geceler, uzar da uzar. Kış burada, sobanın etrafında kıpkırmızı uzayan gecelerde geçmişi anımsamak ve hüzünlenmektir biraz. Sobadan gelen çıtırtılar, asırlardır eksilmeyen ozanlarının ağızdan ağıza birbirinden öğrendikleri ninniler gibidir; dışarıdan gelen ne olduğu belli belirsiz seslerin arasında uyku, bütün ağırlığıyla çökerek gözkapaklarını yavaş yavaş aşağı indirir. Burası bozkırdır...

Yazın yakıcı sıcağıyla, zemheride buz kesmiş ayazı ve kar fırtınalarıyla, rüzgârdan başka sesin duyulmadığı ıssız geceleriyle, sarının yüzlerce tonuna bürünmüş uçsuz bucaksız düzlükleriyle, tarlaların içinden yılan gibi ufka doğru kıvrılan toprak yollarıyla; ılık ılık esen yeli kıpırdamaktan korkar gibi karşılayan yalnız ve sessiz ağaçlarıyla, dışarıdan gösterişsiz ama içten ruhu sağlam ve dirençli, yalnız ağaçlar gibi kendi başına yaşamaktan hoşnut, çalışmaktan yorgun düşmüş insanıyla, iyiliğin de kötülüğün de apaçık arzıendam eylediği yerdir bozkır. Emektir, sitemdir, mahcubiyettir, ıssızlıktır, sevdadır, özlemdir, yazıyla kışıyla uzun bir bekleyiştir. Belki de bu yüzden bozkırın kavruk yüzlü çocukları hangi çağda, hangi coğrafyada olursa olsun gösterişsiz, yalın ve yanık sesiyle asırlardır aynı türküyü çığırır:

Karacoğlan der ki kondum göçülmez

Acıdır ecel şerbeti içilmez

Üç derdim var birbirinden seçilmez

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Bu sayımızda, bozkırın “derinden akan sular gibi sessiz, itirazsız ama vazgeçmeden” yaşayan insanına ve bir bozkır çocuğu olarak onların hikâyesini en iyi bilen Mustafa Çiftçi’nin öykü dünyasına doğru küçük bir yolculuğa çıktık…

Yazmak kendini tanımaktır, yazmanın iyi tarafı yazanın kendini gözlem altına almasıdır, diyorsunuz. Gözlemleyerek ve yazarak tanıdığınız, sezgilerle yaklaştığınız Mustafa Çiftçi’ye dair neler söylersiniz?

Güzel soru lakin insan kendini karşısına alınca diyecek laf bulamıyor. Ama Mustafa’nın biraz daha rahat olmasını isterdim. Bu kadar yüklenme kendine derdim. Annem de böyleydi. Ama annem gibi yaşamak pek yıpratıcı oluyor. Keşke böyle olmasa...

Yazarak kendinizi tanıdığınızı ifade ediyorsunuz ama yazdıklarınız hep başkalarının hikâyesi. Kendini anlatan biri değil daha çok başkalarının derdiyle dertlenen bir yazarsınız. Sizce insan kendini başkalarının hikâyelerinde mi bulur? Yoksa görmekten çok görünmek, anlamaktan ziyade kendini anlatmak derdine ve yarışına girilen bu çağa söylemek ve hatırlatmak istediğiniz bir şeyler mi var?

Hani bir psikolog şakası vardır. İnsanlar psikoloğa gitmeyi nefislerine yediremezler de hep “bir arkadaşın şöyle bir derdi var” diye söze başlarlarmış. Belki de başkasının derdini anlatmaya-görmeye talip olarak esas kendi derdimizi anlatıyoruz. Ama şu kesin ki insan türlü formlarda kendini anlatır hep. Görünenin ötesinde hep kendi vardır esasında.

Ben de taşrada büyümüş biri olarak öykülerinizi okuduğumda, karın yolları kapattığı, elektriklerin kesildiği bir kış gecesi yanan bir teneke sobanın etrafında otururken ya da bir yer sofrasında çay içerken yanındakilere anılarını anlatan bir dedeyi, bir abiyi dinliyor gibi hissettim. Yazmaktan çok anlatıyor gibisiniz. Sizdeki bu anlatım gücünü ve telaşını besleyen şeyler neler?

Anlatmak da telaş işidir herhâlde Öleceğiz diye mi telaşlanıyoruz nedir?

Bazı insan yiyerek yaşar. Bazısı susarak yaşar. Bazısı sızlanarak yaşar. Hâsılı, hayatı türlü metotlarla yaşıyoruz. Ben de anlatarak yaşıyorum. Ama evvelden kime anlatacağımı bilmeden yaşıyordum. Dinleyenim az veya çok ama her zaman vardı. Şimdi o anlattıklarım bir kâğıda dökülüyor. Kâğıt ve yazı işe karışınca daha kalıcı oluyor, uçup gitmiyor, adına “eser” deniyor artık. Böylesi daha sanatlı sanki.

İnsanlar dünyadan geçerken yaşadıkları yere kimliklerini ve ruhlarını bırakırlar, bu yüzden şehirlerin ve coğrafyaların ruhunun olduğuna inanırız. Bu anlamda bozkırı sadece bitki örtüsü olarak düşünmek hakkını teslim etmemek olur. Çünkü bozkırın asırlardır ruhlara çaldığı bir maya, kulaklara fısıldadığı bir “nefes” var. İçinden bakan biri olarak size sorsam: Bozkır bize dünden bugüne ne söyler?

Bozkır herhâlde her adımda ölümü fısıldar. “Madem öleceğiz hiç değilse ölene kadar yoksula, garibe, hastaya, yolda kalmışa el uzatalım.” der. Bozkırın hanları, kervansarayları kocaman yapılarıyla her daim bunu fısıldarlar. Bir de bozkır soğuk gecelerde hikâye ile ayakta kalır. Sabaha çıkacak gücü hikâyede bulur. O hikâyelerde de sevda ve gariplik, garibanlık yok mudur?