Her bulma aramayla başlar. Bulmak için aramak gerek. Arayışlarımızsa zamanla bulmacaya ve bilmeceye dönüşür. Böylece bulmaca çeşitlerini üretiriz. Kurmak için ise kurguya ihtiyaç duyarız. Haykırışlarımızda hep kurmacaya yaslanırız. Ritmi kurgulayarak müziğe, çizgiyi kurgulayarak resme, harfi kurgulayarak da edebiyat kurmacasına geçeriz. Kurmacanın diğer adı ise arayıştır.
Marc Forster’ın yönettiği Lütfen Beni Öldürme filmi, Harold karakterinin yaşam ve ölüm hikâyesiyle ilgilidir. Bir ses Harold’a sürekli yaptığı eylemleri anlatmaktadır. Seyirci bu sesin bir kitaptan geldiğinin farkındadır. Harold, yıllarca bu sesi duymuştur ancak hiç rahatsız olmamıştır. Ancak bu ses öleceğinden söz edince öfkelenir ve sesin kaynağını aramaya başlar. Bu bir iç ses midir? Yoksa kendi beyninde dönen cümleler mi?
Harold önce bir doktora gider. Her şey normaldir. Daha sonra bir psikoloğa gider buradan da netice alamaz. Bir süre sonra kendisinin bir hikâye içinde olduğunu düşünmeye başlar. Sanki o bir kurmacanın kahramanıdır. Yazar Karen’ın kadraja girmesiyle seyirci, Harold’dan önce onunla tanışmış olur. Karen, trajedi roman yazarıdır. Bütün eserlerinde kahramanları ölür çünkü felsefesine göre insan zaten ölümlü bir varlıktır. Harold, kendisinin bir kurmacanın içinde olup olmadığını öğrenmek için bir edebiyat profesörüne gider. Kendisini kimin yazdığını öğrenmeye çalışır. Yazının icadıyla başlayan kurmacada kendisini bulmak samanlıkta iğne aramak gibidir. Mitler, efsaneler, masallar, destanlar, hikâyeler, şiirler, bilim kurgular ve romanlar... Hepsi bir muamma. Bu filme birçok açıdan bakılabileceği gibi biz; yazar, kurgu ve kurmaca kavramlarını irdelemeyi düşünüyoruz. Değil midir ki herkes bir hikâyenin içindedir. Bu dünyada herkesin hikâyesi ölümle bitecektir. Harold da hikâyede kalmak için yazarını aramaktadır.
Kurgu, mevcut “bir şeyi” ya da bir olguyu değişikliğe uğratarak yeniden anlatıya dâhil etmektir. Bu “bir şey” yaşamın bir parçası olabileceği gibi nesne ya da kavram da olabilir. Ya da bu “şeyi” başka bir “şey”le ilişkilendirmek de olabilir. Gözlemlenmiş veya yaşanmış olaylar tercihe göre tekrar anlatıya dâhil edilir. Filmde, romanın birçok bölümü bitmiş sadece Harold’ın nasıl öleceği kısmı kalmıştır. Kurgu da zaten daha çok metni bitmemiş olaylar için kullanılır.
Kurgu, filmde Harold’ın yazarla ilk karşılaştığı sahnede verilir. Harold, yazara metni bitirip bitirmediğini sorar. O da metnin henüz müsvedde hâlinde olduğunu, daktilo edilmediğini ve metne nokta koymadığını ifade eder. Harold’la tanışmadan önce yazar, onun nasıl öleceğini kurgulamak için yüksek binalara çıkmış, köprü üstünde beklemiş, yağmurda ıslanmış, hastane acil servisi ve morg gibi yerlerde gözlem yapmış ama henüz kararını verememiştir. Kurgu, bir arzuyu, isteği ya da yaşanmış olanı kafada belli bir düzene sokarak yeniden inşa etmektir. Bu yüzden ilk gözlemden son hâline kadar sürekli değişikliğe uğrar. Yazar onun ölüm kurmacasını en nihayetinde bir elmanın manavdan yola yuvarlanmasıyla olgunluğa kavuşturur. Bu, yazarın tasarladığı bir kurgu değildir, ona ilham kaynağı olmuştur.
Kurgularda anlamsız betimlemeler, nesneler veya olaylar anlatıyı zedeleyecektir. Filmde de bisikletli çocuğun ve otobüs şoförü kadının ansızın kadraja girmesi ilk bakışta anlamsızdır. Buradaki kurgular boşlukta kalmış gibi görünür. Ta ki bisikletli çocuğun yola atlaması, Harold’ın onu kurtarmak için otobüsün önüne atlaması ve otobüsün Harold’a çarpmasıyla sahnenin anlamlı hâle gelmesine kadar. Böylece kurgu, manavdaki elmanın yuvarlanmasına, bisikletli çocuğun yola düşmesine ve Harold’ın onu otobüsten kurtarmak için yola atlamasına dönüşmüştür. Harold, kolundaki saat sayesinde ölmemiştir. Bu filmde saat ve kurabiye nesneleri kurguda önemli bir yere sahiptir. Çünkü kurgu aynı zamanda saatin zembereğini kurmakla da ilgilidir. Durmuş köstekli saatlere ayrıca “kurgusu bitmiş” denir. Filmde de Harold’ın saati aniden durur ve yanındaki adama sorarak saatini yeniden kurar. Bu beklenmedik bir durumdur. Aristo bu durumu “peripeteia” olarak tanımlar. Bu, kahramanın hiç beklenmedik olaylarla alın yazısının değişmesi anlamına gelir. Biz buna “bahtı değişmek” deriz. Bu durum onun hikâyesinin değişmesinin göstergesi olacaktır. Zira saat onu ölümden kurtarmıştır. Kurgu, gerçekliğin içinden çıkarak farklı bir gerçeklik oluşturma işidir. Ve bu, filmde yaşamın içinde gerçekmiş gibi karakterize edilmiştir. Bu aslında “temsili gerçeklik” oluşturmaktır. Bunu da yazarla Harold’ın karşılaştığı ilk sahnede görürüz. O da gerçek bir insan gibi ölümsüzlüğü arzulamaktadır.
Kurgu, “bir şeyi” değişime uğratmaksa, buğdayı una çevirerek suyla hamur hâline getirmek de bir kurgu işidir. Buğdaydan uzaklaşarak yeni bir yapı/anlam oluşması kurgu sayesinde olmuştur. Bunu kurabiyeye dönüştürmek ise kurmacanın son şeklidir. Filmde kurabiye çok geniş bir yelpazede tutulmuştur. Pastacı kız Ana karakteri dünyayı daha güzel hâle getirmek için hukuk fakültesinde okumaya karar vermiştir. Ancak fakültede yapmış olduğu kurabiyeler çok beğenilir. O da kurabiye yiyen insanların mutluluğunu gördükçe hukuk fakültesini bırakır ve pastane açar. Ona göre mutluluk esas amaçsa bu kurabiyeyle de mümkündür ve daha iyi bir dünya bununla da gerçekleşebilir. Zaten bütün kurguların amacı daha iyi bir dünya kurmaktır. Filmde daha iyi bir dünya için hukuk yerine kurabiye denklemi kurulmuştur. Harold’ın kurabiyeyi ilk yediği sahne de onun değişiminin ikinci sahnesidir. İnsanın hevesleri, istekleri ve hayalleri olmalı ki kurgu oluşturulsun, yoksa kurgu biter. Belki bu yüzden filmde profesör ona, “Bir hayalin var mı? Büyük düşlerin var mı? Örneğin bowling kralı olmak?” gibi sorular yöneltir. Zira kurgunun bir ideale ulaşmak diye bir derdi vardır. Kaldı ki profesör bir “nartolog”dur. Nartoloji bir anlam bilimidir.
Bir ressam boş bir tuvale, üzerine boyalardan kompozisyon oluşturarak mana kazandırır. Boyalar ağaçlara, evlere, nehir ve gökyüzüne dönüşür. Kurguya değer katmak için sanatçı çizdiklerini “estetize” ederek güzelleştirmeye çalışır. Bu tabloya bakan gözlerin etkilenmesini ister çünkü etki varsa kurgu başarılıdır. Aristo bunu “katarsis” olarak tanımlar ve bu, duygu değişimlerini anlatan retorik bir ifadedir. Kurgu etki yaparsa katarsis oluşur. Filmde profesör de yazarın müsveddesini okuduğunda müthiş diye tanımlar. Hatta Harold’a ölmeyi kabul etmesini söyler.
Müzik de bir kurgu işidir. Mevcut bir sesi veya tınıyı hâlden hâle sokarak nağme üretmek bir kurgu işidir. Bu sese/kurguya enstrümanla eşlik edilerek güzelleştirme yapılır. Bunlar dinleyicide etki yaratma çabasıdır. Filmde de Harold, gitar çalarak Ana’yı etkilemeyi başarmış, kendisi de Ana’nın kurabiyelerinden etkilenmiştir. Böylece kurgular ikisinin hayatını değiştirmiş, kurmaca yeni bir sevginin doğmasına sebep olmuştur. Aslında insan, bu durumla da aldatmacaya veya paradoksa düştüğünün daha sonra farkına varacaktır.
Kıymetini bilenler dalında salınışını daha çok severler. Kimisi bir kitabın sayfaları arasında o ânla birlikte kurutur. Kimisi için onu görmek memleketinin dağlarını görmeye denktir. Kimisi nazeninliği anlatırken kimisi de gücün onun o kırılgan tabiatına nasıl gizlendiğini açıklarken zikreder onu. Bilmem tahmin edebildiniz mi? Evet bu yazıda yeryüzünün süslerinden, çiçeklerden bahsedeceğiz. Gözünüzün önüne en sevdiğiniz çiçeği getirin ve başlayalım.
Çiçek kelimesi Eski Türkçede karşımıza “çeçek” olarak çıkıyor. Ki bunların Uygurca metinler olduğunu ve 1000 yılından daha da öncelere dayandığını belirtelim. Yine Kaşgarlı’nın Divân-ı Lügâti’t-Türk’ünde (1073) çiçek hastalığını anlatmada da kullanıldığını görüyoruz. Kelime Moğolcada “çeçeg” şeklinde karşımıza çıkıyor. Türkçeden alıntı olduğunu belirtelim. Ön seste “ç” etkisiyle sesli incelmesi yaşanmış ve günümüzdeki kullanımını kazanmış.
Söz bu yeryüzü süslerine gelmişken kimi çiçek isimlerine de yakından bakalım. Mesela adına devirler açılan, kimi mitolojik anlatılara konu olan laleye ne dersiniz? Lale, Ferhat’ın gözünden düşen yaş mıdır ya da Fars diyarında, yaprak üstündeki çiğ tanesine düşen yıldırımın neticesinde mi zuhur etmiştir? Bunun cevabını ehline havale ederek susalım ama kelime kökenine bakmaktan da geri durmayalım. Kelime Orta Farsça “alalag”dan türeme. Kırmızı şey, anemon demek. Kökü ise “lal” ile aynı, yani kırmızıyla. Türkçede gelincik anlamında kullanılmış. Mesela Erzurumlu Kadı Mustafa Darir’in Kıssa-i Yusuf’unda (1377’den önce), “Ağzı beste sözi şekker yüzi gül / Lāle sünbül nergis ola ana kul” şeklinde geçen kelime gelincik anlamındadır. Kelimenin bugünkü manasıyla kullanılmasıysa XVII. yüzyıl sonrasına rastlıyor.
Ahmet Vefik, Lehçe-i Osmanî’sinde (1876) Japonya’dan gelme maruf pembe bir çiçektir, diyor “ortansiya” için. Ortansiya tanıdık gelmeli. Ortancadan bahsediyoruz evet. Ana vatanı Japonya olan bu çiçeğin Japon anlatılarında özel bir yeri var. Kelimenin kökeni Fransızca “hortensia”. Bir süs çiçeği anlamına geliyor. Ama ilk kullanımı Teodor Commerson nam Fransız bir botanikçiden sebeptir. Bu Fransızca sözcük, hortensia, Commerson’un arkadaşı olan Hortense Lepaute adından türemedir. Ortanca, Japonya’dan yola çıktığında bu isimlerle karşılanacağını biliyor muydu acaba?
Kutadgu Bilig’de şöyle bir söz var: “Yaşarmış çeçekler kurır terk.” Yani yeşermiş çiçekler çabucak kurur. Bu dize fânilikten özge bir şey demiyor zannımca. Süsü, kokusu, nazeninliği şurada dursun da bu güzel varlıklar bize ne diyorlar acaba? Kendisine sarı bir çiçeği yoldaş edinen Yunus, o küçük ve nazenin varlıkla doğmakla kabullendiğimiz o hakikati mi dillendirmişti mesela? Ya da onu dalından koparıp koparmamak önümüzde cüssesi küçük kendisi epey büyük bir imtihan olarak mı durmakta? Kim bilir, yola revan kul bilir. Vesselam.