Mendebur Halil mahallenin en eskisidir. Sokak aralarında iki elini arkasına kavuşturup öfkesi burnunda saatlerce tur atar. Neredeyse güldüğü hiç görülmemiştir. Karısı çöp gibi bir kadındır. Bir sürü hikâye anlatır Mendebur Halil’in gençliğine dair. İnanmayanlara cebinden kocasının gülen fotoğrafını çıkarıp gösterir. Yüzünün her tarafında gülüş lekeleri vardır Halil’in. Tam yirmi beş yıl öncesine ait bir fotoğraftır bu. “Mendebur” lakabına müstahak olmadığı zamanlardan kalma anlayacağınız. Karısı Şehnaz’ın anlattığına göre o meşum olaydan sonra yüzünün tadı kaçmıştır Halil’in. Camii Meydanı’nda her Ramazan Bayramı’nın ikinci günü yapılan yağlı güreş müsabakasında Çiroz Selim denilen adama tuş olmuştu Halil. Mahalle halkı aylarca ızbandut gibi adamın Çiroz Selim’e yenilmesini konuşmuştu. Selim’in rakibini kündeye getirdiği o ândan itibaren “çiroz” lakabı da unutulup gitmiş, hafızalardan silinmişti.
Şehnaz en büyük dert ortağı Gülperi ile dağdan bayırdan, öteden beriden konuşurken yine konu nereden geldiyse kocası Mendebur Halil’e gelmişti. Neredeyse gelir, dedi Şehnaz, Gülperi’nin umarsız rahatlığını görünce. Duvardaki güleç yüzlü, neşeli evlilik fotoğrafını indirerek yerine neredeyse gözlük camları her iki yüzünü kaplamış, sakal ve bıyık ormanından çehresinin çıkış kapısı görünmeyen bir adam fotoğrafı asmıştı. Gülperi o kadar çok efsane dinlemişti ki arkadaşının eşiyle ilgili çevresindekilerden, sanki az sonra fırlayıp gelecek bir film kahramanını bekliyor gibiydi. Şehnaz’a, bak samimiyim, öylesine sormuyorum der gibi sokularak “Hiç gülmez mi?” diye fısıldadı. Başını arkaya doğru kaldırıp ardından “Ne gezer!” anlamında ümitsizce iki yana doğru salladı. Şehnaz’ın kocasının bu durumu Gülperi’yi de kocası konusunda bir anda kaygılandırmıştı. Ya benim kocam da aynısı olursa, diye içten içe endişeye kapıldı. Hiç ihtimal vermedi buna Gülperi. Ama kendini tutamayıp bir ân boşta bulunarak “Ayol bizim adamın adı mülayim hem sert olsa ne yazar!” diyerek aklı sıra kendini endişeden kurtarmaya çalışmıştı.
Arkadaşının durduk yerde böyle bir şey söylemesine Şehnaz bir anlam veremedi. “O neden?” diye sordu Şehnaz, niye sorduğunu bilmeden. Gülperi bu soruya tam kafasında bahane nevinden bir şeyler kurgulamaya çalışıyordu ki kapının zili çaldı. Heyecanla korku arası gitmek için kapıya yöneldi. Kapıyı açmayı biraz geciktirse nelerle karşılaşacağını, kocasından nasıl zılgıtlar yiyeceğini çok iyi biliyordu Şehnaz. Arkadaşının toparlanmasını beklemeden kapıyı açtı.
İki eli dolu gelmişti kocası. Semt pazarından alışveriş yaptığını zannedip tarifsiz bir şekilde sevinmişti. Emin olmak için önce yüzüne baktı kocasının. Baktığı yerde hiç kimseyi göremedi. 25 yıl önceki kocası hâlâ orada yoktu. Dikkatlice bir daha baktığında bu çehrede akşam dönüşü semt pazarından alışveriş yapan bir kocanın eşkaline de hiç rastlayamadı. Sıkılmış bir yumruk gibiydi gözle çene arasında güçlükle görebildiği surat. Hiçbir şey söylemeden getirdiği iki büyük poşetle birlikte yatak odasına doğru geçti Mendebur Halil. Karısının sandığı gibi ortada pazarlık bir durum yoktu. İçeri girerken selam vermek gibi bir âdeti yoktu Halil’in. Suratı yerde olduğu için içeride kim var kim yok görmemişti bile. Bu arada Gülperi bu dalgınlığı fırsat bilip apar topar kendisini dışarı atmıştı.
Şehnaz iki eli dolu gelen kocasının kocaman poşetler içerisinde getirdiklerini hâlâ merak ediyordu. Yatak odası kapısının kıyıcığından gizlice içeriyi süzmeye koyuldu. Gördüklerine bir anlam verememişti. Dambıl ve fitness ağırlık setleri, çelik halatı, el, ayak ve göğüs yayları odanın ortasında yayılmış hâldeydi. Kargodan kapıya gelen koliyi eve taşımaya bile yüksünen adamın bu ağırlıklarla ne işi olabilirdi? Meğer bizim mendebur Halil vücudunda taşıdığı kiloların kendisine hiçbir fayda sağlamadığını fark etmiş, ağırlık çalışarak Çiroz Selim kadar olmasa bile incelip fit olmaya karar vermiş. Fakat diğer kararları gibi bu kararını da karısı dâhil hiç kimseye söylememişti. Şehnaz kapının dışından kocasını kızdıracağını bile bile homurdandı: “Adam senin neyine bu yaştan sonra vücut geliştirmek, kafanı geliştirsen daha iyi edersin!” Mendebur Halil ziyadesiyle öfkelenmişti karısının bu çıkışına. Bağırmakla sövmek arası bir ses ta koridorun sonuna dek yankılanmıştı.
Çiroz Selim’in namı mahallede yürümüş, jübilesini yapmış futbolcu gibi kendini iyice salmıştı. O avurtları çökmüş, vücut kemikleri sayılan Çiroz Selim gitmiş, yerine etine dolgun, göbekli gerdanlı gürbüz bir Selim gelmişti. Mendebur Halil yılların yenilgisini unutmuş değildi. İçinde hep bir rövanş duygusu ile yaşıyor gibiydi. Surat asması ve sessizliği bundandı. Fakat ne garip bir tecelliydi ki Çiroz Selim şişmanlarken Mendebur Halil inadına zayıflamaya çalışıyordu. İkisi de bir şeye hazırlanıyorlardı, ama neye? Bunu şimdilik bilen yoktu. Gerçi Çiroz Selim hayattan alacağını almış “çiroz” lakabından da bedeninden de kurtulmuş kaya gibi bir adamın, Halil’in sırtını yere getiren adam olarak şanını her yere duyurmuştu.
Dört ay boyunca karısının “Yapma herif etme herif, neyine gerek?” demesine rağmen Mendebur Halil Çiroz Selim’in ölçülerine kavuşmuştu. Fakat bu kilo verme seansları onu çok yormuştu. Uzun boylu küheylan gibi adam harpten çıkmış gibi örselenmişti. Üstelik göbeğinin erimesi ile birlikte hafiften kamburlaşmıştı bile. Spor bitmiş Halil yeni delikanlı vücudunu mahallenin asmalı kahvesinde her gün belli saatlerde dinlenmeye almıştı. Bunu asmalı kahvede sadece Seyfo Arif’le paylaşmıştı. Seyfo Arif, Mendebur Halil’in o ortamda konuştuğu tek kişiydi. Aslında sadece kahvede bile değil şu koca kasabada onun belki de tek konuştuğu kişi oydu.
Ne olduysa Halil’in bir ikindi sonrası yeni delikanlı vücudunu ortama alıştırmak için gittiği asma altında oldu. Kahveden oyun masasından kalkan üç kişinin ortasında bulunan adam peşrev çekerek çalımlı çalımlı Mendebur Halil’e sürünürcesine yürüyor, yanındaki iki kişi de bir taraftan sözüm ona cazgırlık yapıyordu. Mendebur Halil’in beklediği ân gelmişti. Ortadaki adamın Çiroz Selim olduğunu bilmez değildi. Ok gibi yerinden fırladı, Selim’in bedenini patates çuvalı gibi kavrayıp alaşağı etti. Selim neye uğradığını şaşırmıştı. Halil rövanşı almakta kararlıydı. Bir kolunu Selim’in ensesinden, öteki kolunu bacağının arkasından geçirip iki kolunu göğüs altında birleştirdikten sonra bohçalama yaparak başının üzerinden çeviriverdi. Kendisini yirmi beş yıl evvel kündeye getiren rakipten eser yoktu ortada. Selim’in sırtını defalarca kündeye getirdi. Baktılar ki Selim’in hiç sesi çıkmıyor kahvenin yaşlıları Mendebur Halil’in kolundan tutup bir kenara çektiler. İhtiyarların içinde sakalı en uzun, en pak ve en beyaz olanı kahvenin önünde dikilen gençlere yerde, künde vaziyetinde uyur gibi yatan Selim’i tutup gölgeliğe getirmelerini söyledi. Gençler ânında söyleneni yaptı. Yaşlı adam yanındaki ihtiyarlardan izin aldıktan sonra bu birbirleriyle uzun yıllar öncesine dayanan yenme yenilme hesabı olan iki yetişkin insana dönerek, “Sözümü dinlemeden önce üstünüzdeki başınızdaki toz, toprak, saman ve ot parçalarını kendi ellerinizle iyice temizleseniz iyi olur.” dedi. Yaşlı adamın dediğini yerine getirdiler. Devam etti ihtiyar: “Üzerinizdeki toz, toprak, saman, yaprak… Bunlar içinizden atamadığınız öç alma duygunuz, hazımsızlığınız, yenilgiyi kabullenememe hissinizdir. Bunlar da içinize yapışarak ruhi melekelerinizi kündeye getirir.”
İhtiyar adam duraksadı. Gözleri kaybettiği bir şeyi arar gibiydi. Kenarda gölgelikte ancak kendine gelen Çiroz Selim’e doğru dönerek: “25 yıl evvel rakibin olan bir arkadaşının sırtını kündeye getirip yendin ama bugün burada kendine yani nefsine yenildin. Evelallah sırtım yere gelmez diye düşünüyordun, şimdi sadece sırtın değil, şahsiyetin de yerlerde sürünüyor.” dedi. Bir iki adım daha Selim’e yaklaşıp gözlerini onun gözlerine dikerek: “25 yıl evvel tuş ettiğin bir adamın önünde çalım satıp peşrev yapmak nedir?!”
Selim yorgun gözlerle “haklısın” der gibi başını öne eğdi. Herkes yaşlı adamın sözünü bitirdiğini sanıyordu ki gerçek hiç de öyle değildi. Sağ yanında ıhlamur ağacına yaslanmış kalesini geri alan muzaffer komutan edasıyla duran Halil’e asıl sözüm sana der gibi bir eda ile: “Gelelim sana Halil efendi görüyorum ki yüzün aydınlanmış. Gözlerin daha önce hiç gülmediği kadar gülüyormuş gibi. 25 yıllık bir davayı çözmüş, yılların ağırlığını atmanın rahatlığını yaşıyorsun belli. Kuş uçmaz, kervan geçmez ellerden gelip de benim yolumu buraya düşüren Allah’a yemin ederim ki hiçbir obur nefis, kin ve benlik lokmasıyla doymaz. O lokmaları nefsinden ne kadar çok kesersen o kadar kendine gelip aslına dönersin. Atman gereken fazla kiloların değildi, biraz önce üzerinden silkelediğin tozlar gibi doymak bilmeyen ihtirasların, hınçların ve sınırsız isteklerindi. Ezelî rakibinin sırtını yere getirerek belki yüzün bir parça güldü. Ya için ya kalbin ve ruhun? Onu güldürmek için ne yapmayı düşünüyorsun?”
Ak pak sakallı ihtiyar adamın konuşmaları Mendebur Halil’in gecesini aydınlatmaya yetmişti. Bunca zamandır bu kahveye gelip oturmasına rağmen bu nur yüzlü ihtiyara daha önce hiç rastlamamıştı. Merakını daha fazla gizleyemeyip sordu: “Merakımı bağışlayın ama siz kimsiniz?” Yolunu düşürdüğü her yerde sıklıkla sorulan bu soruya alışkındı: “Yol Oğlu Hâdi derler bana. Yolu yoluma tevafuk edenlerle hemrah olurum.”
Bu kez Selim yaralanmış gibi çıkan sesiyle sordu: “Niçin geldiniz peki?”
Gülümsedi ihtiyar: Yani, burada ne arıyorsun, diye soruyorsun. Çok basit. Tıpkı daha öncekiler gibi buraya da gitmek için geldim! Sözümü söyleyip gideceğim. Bu kez yörenin en yaşlılarından biri söze girerek: “Ne imiş bu söyleyeceğiniz söz? Lütfedin de biz de bilelim.” dedi. Yol oğlu Hâdi gökten inmiş gibi gizemli ve bir o kadar da görkemli duran, üzerine geçmiş zamanın karartısı yansımış yassı bir taşın üzerine çıkarak konuşmaya başladı: “Dinleyin öyleyse sevgili yol ahalisi! Cenab-ı Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Gerçek pehlivan (babayiğit) güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olabilen kimsedir.”
Yol Oğlu Hâdi tam yola koyulmuş gidiyordu ki bir şeyi hatırlayıp geri döndü. Bakışını herkesin üzerinde gezdirdikten sonra, senin isminin önünü de bir kapının önü gibi temiz kılmak gerek artık. Halil sözün muhatabı kim diye merak edip arkaya doğru bakarken Yol Oğlu Hâdi, Halil’i uyarmak ihtiyacı hissetti: “Sana diyorum Halil efendi, illa insanlar bundan böyle sana bir sıfatla hitap etmek isterlerse ‘mendebur’ değil, ‘bende-kul’ yani sımsıkı bağlanmış kul, diye hitap etsinler!”