Edebiyat Ne İçin?

İnsan anlatır. Kendini anlatır ve anlatarak bir benlik inşa eder. Her anlatışta yeniden inşa edilir “ben” olma bilgisi. Anlatarak bir “biz” bilgisi var eder. Her edebî metnin birden fazla “ben”i birden fazla “biz”i mevcut olabilir. Bir anlatı olarak edebiyat hem “benlik” hem de “bizlik” bilgisini inşa eden bir formlar bütünüdür. Edebiyat, dili edebî formlar içinde kullanarak, tüketerek ve yeniden var ederek “ben”in ve “biz”in tecrübi bilgisini okurun zihninde inşa eder. Zihin de dille fark edilen ve dille mümkün kılınan bir fenomen olduğu için edebiyat bu zihni hem temsil eder hem de biçimlendirir.

Tzvetan Todorov’un dediği gibidir mevzu: “Edebiyat pek çok şey yapabilir. Ağır bir depresyondan geçiyorsak bize elini uzatabilir, etrafımızdaki diğer insanlara ulaşmamızı, dünyayı daha iyi anlamamızı ve yaşamamızı sağlar. Bunlarla edebiyatın özünde bir terapi olduğunu kastediyor değilim. Gelgelelim edebiyat bize dünyayı açarak içimizde derin değişikliklerin yolunu yapabilir. Edebiyatın hayati bir rolü vardır. Ama bunu anlamak için ‘edebiyat’ı on dokuzuncu yüzyılın sonuna dek Avrupa’da kabul görmüş geniş ve güçlü anlamıyla ele almak gerekir. Bugün anlamsızca daralmış bir edebiyat anlayışı yükselişteyken o artık kıyıda köşede kalmaya yüz tutmuştur.”

İnsan anlatır ve kendini tanır. İnsan kendini anlatırken sadece muhatabına değil kendine de benliğini ifade eder ve kendini de muhatap aldığı kişiyi de anlatma esnasında daha güçlü bir şekilde fark eder. İnsan anlatarak anlar veya en azından anlamaya çalışır. Anlatmak, aynada kendini veya anlattığını görmeye benzer. Anlatan ile anlatılan arasına bir mesafe koyar edebiyat. Metne dönüştürmek anlatıcı ile anlatılan arasına bir ayna mesafesi koyar. Aynı şey okur ile metin arasında da söz konusudur. Edebî formlar içinde ifade edilirken o formun gereklerini yerine getirirken “anlatılanlar”; zihinler ve gönüller arasında bir ortak paydaya, ortak dile, ortak bir hayata dönüşür. William Faulkner’ın Nobel Edebiyat Ödülü konuşmasında dediği gibi: “Bu ödülün kişisel olarak bana değil çalışmama; insan ruhunun çektiği acı ve döktüğü terden oluşan ve gururlanmak için değil ama daha önce var olmayan ve malzemesi insan ruhu olan bir şeylerden oluşan bir hayatın çalışmasına verildiğini, yani bu ödülün bana sadece emanet edildiğini düşünüyorum.”

İnsan anlatır ve anlatmanın sınırlarını zorlayarak keşfeder. İnsan edebiyatla anlatamadıklarını dile getirmenin bir yolunu bulur. İnsan anlatamadıklarını, anlatamayacaklarını edebiyatla ifşa eder. “Sözün bittiği” yer, edebiyatla daha uzak bir noktaya taşınır. Sözün bittiği yerin ima edildiği edebî metinlerde bile “kavga başlamaz”. Aczin itirafı, sözün bittiği yeri karanlık bir dövüş mekânı olmaktan çıkarır.

Aldous Huxley’in tabiriyle: “Edebiyat insanın tutkusu, anlatılamayanı anlatmak, sözcüklere daha önce verilmemiş anlamlar yükleyerek konuşmaktır.” Edebiyat gerçeğin ta kendisi değil kurgusudur ama kurgulanmış olması, kurgunun yasalarına tabi olması onda yalan söylemeyi gerçek hayatta yalan söylemekten daha zor bir hâle getirir. Zira gerçek hayat bir çelişkiler yumağıdır ve kargaşa, kişiye yalan söyleyecek bir alan bulma fırsatı verir. Oysa kurgu sınırlı bir alanda inşa edilir ve gerçek hayattaki kaosun kurguda tekrarı mümkün değildir. Tam da bu noktada edebiyatın gerçekle ilgisi devreye girer. Ursula K. Le Guin de şöyle der: “Fantezi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu bu yüzden fanteziden korkar. Fantezideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduğunu bilirler.” Edebiyat insanı daha erdemli kılmaz ama daha erdemli olmak isteyenlerin edebiyattan alabileceği nice ibret vardır. Hem de edebî metnin terbiye kaygısıyla yazılmış olup olmamasına bakılmaksızın.

İnsanın ana dilinin ana yolu edebiyattır. Dil ile edebiyat arasındaki ilişki karşılıklıdır. Dil edebiyatın sadece malzemesi değil soluk alıp verdiği atmosferidir. Dilin dışında edebiyat mümkün değildir. Edebiyat da dili şekillendirir. Dilin yaşaması da değişmesi de edebiyatın içinde gerçekleşir. Her edebî metin dilin tekrar inşasıdır. İnsan da dilin içinde yaşar. Kelimeler dünyamızı şekillendirir. Edebiyat bu şekillendirme sürecinde önemli rol oynar. Sadece zihinsel rahatsızlıklarda değil fiziksel rahatsızlıklarda da dilin ve edebiyatın bir etkisi ve bir yan etkisi vardır. Okuduğumuz edebî metinler kâh bizi yönlendirir kâh katharsis üstünden bizi ferahlatır. Dil ve edebiyat bu sebeple bir terapi konusu veya yöntemi olarak karşımıza çıkabilir. Çinli düşünür Konfüçyüs’e, bir ülkeyi yönetseydiniz ilk işiniz ne olurdu diye sormuşlar. Şu cevabı vermiş: “Bir ülkeyi yönetmeye başlasaydım önce o ülkenin dilini gözden geçirmekle işe başlardım. Çünkü dil kusurlu olursa düşünceler iyi anlatılamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa verilmek istenilen iletiler düzgün verilemez. Halk yanlış yola sapar. Adalet terazisi şaşar ve dolayısıyla o kültür, eninde sonunda o toplum dili unutacağı için yok olacaktır.”