Büyük Eser

Postacının getirdiği küçük kutuyu dikkatlice açtı. İçinden görkemli bir kol saati çıktı. Yaşı ilerledikçe saate bakma alışkanlığı kaybolmuştu. Hızla yaklaşan ölümü kol saatinden takip etmeyi katiyen reddediyordu. En büyük arzusu, ölmeden önce o büyük eseri yazmaktı. Aylardır evine kapanmış, hikâyesini tamamlamaya çalışıyordu.

Artık telefonu çalmıyor, kimse arayıp sormuyordu. “Olsun!” dedi, yüksek sesle. “Ufacık evimde bütün dünyayı ağırlıyor, ustaların yazdıklarıyla âlemlere açılıyorum.”

Oğluyla arasına ülkeler değil, koca bir kıta girmişti. Yüzünü göremiyor, senede bir kez gönderilen hediyelerde oğlundan izler arıyordu. Ona duyduğu özlemi dillendiremeyecek kadar ketumdu. Yoksa oğlu, ona vaktin geldiğini hatırlatmak için mi bu saati göndermişti! Çelik kordonu babasının ince bileklerine göre özel tasarlanmıştı. Oldukça büyük roma rakamları ve üzerinde hiç şaşmadan dönen akreple yelkovanın kararlılığı adamı tedirgin etti. Saati evirip çevirdikten sonra kurcalamaya başladı. Kim bilir kaç para harcadı bu zımbırtıya, diye düşündü. Yandaki düğmesine bastı ve kadran birden aydınlandı.

Aman Allah’ım, sadece gündüzleri değil, geceleri de ölümü hatırlatmak istemiş, deyip saati koltuğun üstüne fırlattı. Her zaman yaptığı gibi kütüphanesindeki ansiklopedileri karıştırmaya başladı. Acaba ilk kol saatini kim, neden icat etmişti? Zaten envaiçeşit saat vardı. Arada bir bakıp ölümü hatırlamam demek oğluma yetmiyor, o benim her an her saniye hatırlamamı istiyor, diye düşündü.

İlk kol saatinin, 1810 yılında Napolyon Bonaparte’nin kız kardeşi Caroline’e hediye edildiğini okudu. Acaba bu kadına ölümü hatırlatmak isteyen kimdi, diye düşündü. Eşinin, Fransız mareşalı Joachim Murat olduğunu öğrendi. Murat ismi kafasını karıştırdı. Kaynaklardan, Joachim Murat’ın soyunun Kıpçak Türklerinden geldiği bilgisine ulaştı. Yüksek sesle: “Ah Türkler, yine neyin peşindelerdi, kim bilir?” dedi. Kol saatine baktıkça öfkesi kabardı, dayanamayıp telefona hücum etti:

“Hediyen elime ulaştı.”

Oğlu, babasının sesinden pek memnun olmadığını anlamasına rağmen sordu: “Beğendin mi? Kordonu oksit yapmaz, kesinlikle su geçirmez, ömürlük bir saat.”

“Biliyor musun, dünyadaki ilk kol saatini Joachim Murat, karısına hediye etmiş.”

“Kim?”

“Napolyon’un eniştesi. Muhtemelen karısının saate her baktığında ölümü hatırlamasını, acıdan kahrolmasını istemiş. Gözünü saatten alamayan zavallı kadın belki de o yüzden erkenden göçtü. Kız kardeşini kaybeden Napolyon, tahtını ihtimal bu sebeple Joachim Murat’a bıraktı, her neyse! Bu kol saatini icat edenin niyetinden şüpheliyim!”

“Biraz istirahat etmelisin baba, benim işe dönmem lazım, daha sonra…” sözünü bitirmemişti ki yaşlı adam telefonu kapattı.

Saati unutmak için mutfağa gitti. Bir tabak dolusu kurabiyeyle çalışma masasına döndü. Dikkatini toplayıp daktilosunun başına geçti. Bir Werther salgınına yol açtığını, o da olmazsa, büyüleyici eserinin karşısında heyecanlanıp bayılan, Stendhal sendromuna kapılan insanları hayal etti. Yüksek sesle, “Ama bu bir cinayet!” dedi. Hemen ardından; onurlu bir eserle işlenen cinayet belki günah sayılmaz, diye düşündü. Daha fazla kafasını bulandırmamak için hikâyesinin başına geçti:

Üç göz odalı evde ikimizden başka kimse yok, hepsi gittiler. Hoş, aylardan aralık olmasaydı, sen de giderdin. O iğrenç vızıltından kurtulmak için az uğraşmadım, artık o kadar bet gelmiyor sesin.

Eski çevikliğim olacaktı ki sineklik darbesiyle yere sererdim seni. Bir kitapta okumuştum; çocuğun biri üst dişlerinin arasından fırlattığı tükürükle uçan sineği yere yapıştırıyordu. O zamanlar kendime inancım tamdı, akrabalarını yere seremesem de tükürük fırlatma işinde epey yol katetmiştim.

Nasıl bilmiyorum ama alıştım sana, gitmeni istemiyorum. Önceleri tepemden vız vız ayrılmıyor, rahat vermiyordun. Şimdi bana yaklaşmıyor, hep uzağımda uçuyorsun. İtiraf etmeliyim ki mutfak tezgâhındaki şekerlemeleri her gün hususi açık bıraktım. Bugün birlikte geçirdiğimiz yedinci gün ve daha on dört günümüz var, tabii ölmezsen. Önceden bir eşin olduysa lütfen yumurtalarını elimin uzanamayacağı bir köşeye bırak. Sana nasıl iyi baktımsa onlara da bakarım. Ölümlü dünya! Hem herkese yeterince yer var.

Az mendebur değilsin sinek! Soğuktan donmamak için bana sığındın. Ömrünün son günlerini bana bağışladın… Bu nasıl bir lütuftur bilemezsin. Kabul et dostum; çok da iç açıcı bir sesin yok, beyin hücrelerimi titreten o vızıltı katlanılır şey değil, ama uzaktan bana eşlik etmene inan hiç kızmıyorum. Tepemde uçarken görünmez bir tasmayla bana bağlı olduğunu düşünüyorum. Söz! Seni öldürmeyeceğim. Dilediğin kadar yaşa! Sen bir Tanrı misafirisin. İnsanı çileden çıkaran vızıltılı taarruzlarının ne manaya geldiğini biliyorum. Evde sahibini bekleyen bir köpeğin, kapı açıldığında salyalarını akıtarak yalanmasıyla aynı şey. Herkesin fıtratı başka ve sen bir sineksin. Çetin bir mücadele vermiş evcil bir sinek. Bakışlarında bir hainlik olsa da ben onu sinekliğine verdim. Öyle veya böyle ikimiz de buradayız ve sıramızı bekliyoruz.