İnsan, dünyaya kök salarak mutlu olabilen bir varlık değil. O her dem başka bir havayı teneffüs etmek ister, başka bir gülün dalında, başka şarkılar söylemek arzusundadır.
Benim burada ne işim var diye sorarak kendi kendimize, bulunduğumuz yeri yadırgadığımız olur. Ailemize, arkadaşlarımıza, yaptığımız işlere yabancılaştığımızı hissederiz aniden. İnsanlığımıza, dünyamıza acıdığımız, acizliğimize üzüldüğümüz, etten ve kemikten bir kafesin içinde can kuşunun sıkıldığı daralan vakitlerdir bunlar. Her şeyin tadının kaçtığı, tuzunun eksildiği, anlamını yitirdiği bu anlarda başka bir yer deriz, başka bir yerde olabilirdim. Sonsuz ihtimaller arasında sadece bir gerçeğin içinde yaşar oysa insan. Hâl böyleyken ihtimaller her zaman bu gerçekliğin üzerine gölgesini düşürür.
İşi kadere bağlayarak kendimizce memnuniyetler ürettiğimiz de olur alıp başımızı uzaklara gitmek istediğimiz de. İnsan, dünyaya kök salarak mutlu olabilen bir varlık değil. Vakti geldiğinde topraktan sürgün veren bir menekşe gibi baş veremez olduğu yerde her bahar. O her dem başka bir havayı teneffüs etmek ister, başka bir gülün dalında, başka şarkılar söylemek arzusundadır.
Erich Fromm Özgürlükten Kaçış isimli eserinde “Bir yere ait olma isteği aslında özgürlükten kaçıştır.” diyor. Bir yere ya da bir kimseye ait hissetmek elbette insana güvenli bir alan vadeder, doğrudur. Tehlike şu ki güven bir noktadan sonra bağlılığa ve nihayet bağımlılığa dönüşür. İnsan ait olduğu yerin yahut kimsenin rengine boyanır, kokusu siner üstüne soluduğu havanın.
Sözlükte “alışmak, birleşip kaynaşmak, sevmek” anlamına gelen ülfet, ihtilat, müanese kelimeleri, insanlar arasındaki olumlu münasebetleri karşılamak için kullanılır. Bu kelimelerin zıddı olarak “uzlet” ise özellikle tasavvufi gelenekte insanın kalabalıktan uzaklaşıp kendine çekilmesi olarak tarif edilir. Uzlet, dünyadan büsbütün bir kopuş değildir aslında, mesafeyle bakabilme kabiliyeti kazanma temrinidir daha çok. Kendine, diğer insanlara, olan bitene daha yukarıdan bakabilme imkânını kazandırır insana, yakınlık körlüğünden kurtarabilir uzlet.
Gemi azıya alsak, ülfet peyda ettiğimiz her bir şeyi terk etsek, uzlete çekilsek her şey değişecek mi peki, ne fark edecek? Montaigne tam da bu soruya cevap olsun diye söylemiş sanki şu cümleyi: “Kalabalıktan kaçmak yetmez, bir yerden başka bir yere gitmekle iş bitmez. İçimizdeki kalabalık hâllerimizden kurtulmamız, kendimizi kendimizden koparmamız gerek.” Montaigne’in dediğine bakılırsa muhit değiştirmek, uzaklara kaçmak kendi başına sancılarımıza deva olmaz. Bizi rahatsız eden seslere kulaklarımızı tıkamak içimizdeki gürültüyü dindirmez. İç odalarımızı toparlamadan dışarıda dirlik ve düzen aramamız yahut zihnimizde dolaşan dağınık şarkıları sıraya koymadan âleme nizam vermeye kalkışmamız kendimizi avutmak dışında bir fayda sağlamaz.
“Uzak nedir?/Kendisinin bile ücrasında yaşayan benim için/ Gidilecek yer ne kadar uzak olabilir?” sorularını soran şairle ister istemez dert ortağıyız bu noktada. Gözlerimiz kendine kör olduğundan görüş alanımızda çoğu zaman biz yokuz. Kendimizle uzlaşıya varmak başkalarıyla oturup anlaşmaktan daha zor bir mesele muhakkak. Terzi kendi söküğünü dikemez, insan iğneyi önce kendine batıramaz, kabul. Sadeleşmek, iç dünyamızdaki boz bulanık selleri dindirmek, zihnimizi berraklaştırmak öyle kolay değil elbette. En başta kendimize musallat olduğumuz, kendi kendimizi boğduğumuz taraflarımızı yine kendimize itiraf etmemiz gerekiyor sanırım. Her seferinde bir kördüğüm atarak geçiştirdiğimiz ne de çok şey var… Nereye gitsek kurtulacak değiliz bu kördüğümlerden.
Oysa unutmamak lazım ki o müsait zamanlar, o en iyi koşullar ve fırsatlar gelmeyecek hiçbir zaman iyi olmak için. Hayatın sihirli değneği bize dokunup bahtımız açılacak da değil. Daha vakti var her şeyin, kader bizi en güzeline hazırlıyor diye ümitler yontarak düzlüğe çıkamayacağız. Öyle ya, ihtimallerin hesabını biz tutmuyoruz.