Odada kesif bir ilaç kokusu var. Serum şişesi çoktan boşalmış fakat kolundaki intraketi saatler geçmesine rağmen çıkaran olmamıştı. İki hafta hastanede yatmış, doktor, tedavisinin geri kalan kısmını evde tamamlaması için taburcu etmişti. Yaşı kırkı aşmasına rağmen hiç evlenmemiş ve bu konudaki teklif ve tavsiyelere de hep kulak tıkamıştı. “İnci Tekyaşar doğdum, yine aynı soyadı ile öleceğim.” der, soyadının direttiği anlam üzere yaşama inadını sürdürürdü. Onun evlenme karşısındaki bu direnişine bir anlam veremeyen eş dost ve kız kardeşleri artık ona münasip bir eş ararken boy pos falan değil soyadı uygunluğuna bakıyorlardı. Geçtiğimiz aylarda tam da yaşı yaşına uygun bir adamı eş olarak ona göstermişler fakat eli yüzü son derece düzgün olmasına rağmen sadece adamın soyadı “Çiftekumrular” olduğu için bu teklifi şiddetle reddetmişti. Serum hortumundaki hava boşluğundan mıdır bilinmez dayanılmaz bir baş ağrısı ensesinden sırtına kadar yayılmıştı. Böbreklerinden rahatsız olduğu için gittiği hastanede yapılan tetkikler sonucu karaciğerinde tutulum tespit edilmişti. Sürekli böbrek rahatsızlığından şikâyet ettiğini görünce doktor ona: “İnci Hanım, sizin sıkıntınızın merkezi böbrek değil karaciğerdir. Bu yaşadığınıza hepatorenal sendromu denir. Kronik karaciğer rahatsızlığınız akut böbrek yetersizliğine sebep oluyor.” demişti.
Doktor o korkmasın diye öyle vurgulayarak söylememiş olsa da İnci Hanım’ın diyabet ve üriner sistem rahatsızlıkları da “sos” veriyordu. İki kız kardeşinden ismi Gülizar olanı hem ona hastanede gece gündüz refakat etmiş hem de burada, evinde, hasta yatağında dün gece yarısına kadar başından ayrılmamıştı. Gülizar on yıllık evli ve altı yaşında bir kız çocuğu sahibiydi. Gece kaynanasının fenalaştığı haberini alır almaz eşi ile arabaya atlayıp Kocaeli’ye gitmek zorunda kalmışlardı. Giderken İnci’ye serum bittiğinde üst kattaki diğer kardeşleri Güher’e haber vermeyi ihmal etmemesini sıkı sıkıya tembihlemişti. İnci “Sen merak etme, ben çaresine bakarım.” diyerek kardeşi Gülizar’ın söylediklerini geçiştirivermişti. Güher, İnci’nin en küçük kardeşiydi. Kocasından boşandıktan sonra babasından miras kalan bu daireye yerleşmişti. Daireye yerleştiği sene ablası İnci ile aralarında miras yüzünden bir anlaşmazlık çıkmış ve bu anlaşmazlık kavgaya dönüşüp küslükle neticelenmişti. İnci kardeşinin hastanede iken bile kendisini ziyaret etmesini kabul etmemiş, “Gözüm görmesin.” diye kestirip atmıştı. Şimdi şu hâliyle serum iğnesini bileğinden çıkartmak için Güher’i çağırmayı gururuna yediremiyordu. Sağına soluna baktı İnci Hanım, zor zamanda bir yudum su verecek kimsesi yoktu. “Tırnağın varsa başını kaşırsın!” diye söylendi kendi kendine. Tevekkeli değil, içinden böyle bir şeyi geçirir geçirmez tam tepe noktadan saç dipleri kaşınmaya başladı. Bir eli seruma mahkûm olduğu için ondan yana dönemedi. Diğer elinin tırnaklarına baktı, çaresiz gülerek: “Nasıl da dipten kesmişsin insafsız!” diye söylenip “İnsan tırnaklarımı bari bana bırakır!” diye Gülizar’a sitem etti. Düştüğü hâle bakarak kendine acıdı. “Ya işte böyle İnci Tekyaşar Hanım! Sen misin tek başına yaşamaya inat eden, bu sana müstahak, sonuçlarına katlanacaksın!” diyerek içten içe kendine had bildiriyor gibiydi.
Şimdi bir yandan bileği sızlarken bir yandan da çatlarcasına başı ağrıyor, bunlar yetmezmiş gibi bir de kafasının ağrımayan tek noktasında tatlı mı tatlı dayanılmaz bir kaşıntı tepinip duruyordu. İnci Hanım’ın bileği akşama kadar hep o hâlde kaldı. Akşam Gülizar Kocaeli’den kaynanasının yanından dönmüş ve daha kendi dairesine adım atmadan ablasının yanına girmişti. İnci Hanım’ı yatakta solgun, bitkin ve de inler vaziyette görünce Gülizar suçluluk duygusuyla karışık bir öfke içerisinde: “Ablacım dağ başında mı kaldın, aşk olsun yani, bu ne hâl!” diye söylendi. “Senin Güher’i çağırmayacağını tahmin etmeliydim!” dedi kafasını iki yana doğru sallayarak. İnci Hanım’ın kütük gibi şişen bileğinden intraketi bir hamlede hızlıca çıkardı. Onu yatağa oturtarak arkasını yastıkla destekledi. Yediği serumu saymazsak İnci Hanım nerdeyse 24 saattir açtı. Gülizar, hızlıca bir şeyler hazırlayıp tepsinin içerisinde yatağa, ablasının önüne bıraktı. Bir çocuğa yedirir gibi yalvararak önündeki yemekleri kendi eliyle yedirmeye çalıştı. İki elinin parmaklarını Gülizar’a doğru uzattı İnci Hanım, tırnaklarını kastederek “Onları bir daha hiç çıkmasın diye kökünden kesmeye zorun neydi?” diye anlamlı anlamlı sordu. Gülizar, ablasının ne demek istediğini anlamaya çalışırken İnci Hanım tam kafasının tepe noktasını göstererek “Saçımın dipleri benden daha aç, önce onları şu keskin tırnaklarınla bir doyursan!..” diyerek çıkıştı.
Saç kökleri terden ışıl ışıldı. Gülizar, ablasının sağ omuz hizasına geçip ritmik biçimde onun saç diplerini kaşımaya başladı. İnci Hanım için bu rahatlama nerdeyse kolunun ve başının ağrısını bile unutturmuştu. Bir kez daha kendisinin işe yarar tırnakları olmadığına hayıflandı. Gülizar sanki ablasının içinden geçeni duymuş gibi “Saç sefadan, tırnak cefadan uzar!” diye karşılık verdi. Bu söz karşısında İnci Hanım’ın çehresi soru işareti gibi oldu. Karşılık vermeden duramadı: “İyi ya, cefayı çeken benim! Saçım dökülürken tırnaklarım da kısalıyor?” Bunu duymazdan geldi Gülizar, çantasından çıkardığı bez mendille ablasının alnını ve boynunu iyice sildi. Sonra onun iki elini parmak hizasından tutarak, “Biz seninle etle tırnak değil miyiz ablacığım?” diye güç ve moral vermeye niyetlendi. Yine üstüne alındı İnci Hanım, “Tabii, tabii.” dedi, parmaklarını öne doğru uzatarak: “Ben etim, sen tırnak!” Gülizar’a göre ablasına söz söylemenin tam sırasıydı. Sözü böyle bir zamanda gediğine oturtmayacak da ne zaman oturtacaktı? Önce yutkundu, sonra bir merdivenden aşağıya doğru iner gibi temkinli ve tedbirli konuştu: “Peki ablacığım, bu durumda bir üçüncü kardeşimiz olan ‘Güher’ ne oluyor? Et mi tırnak mı yoksa kemik mi?”
İnci Hanım tam dudaklarını bir cevaba hazırlıyor gibi diliyle ıslatıp ilk sözcüğe davranırken vazgeçti ve susmayı tercih etti. Sükûtunun karşısındakini ikna etmediğini fark edince “Onu kendisine sor!” demekle yetindi. Abla kardeş birbirlerinin gözlerinin içine bakmadan uzun uzun sustular. Hastaya iki günde bir verilmesi gereken serumun vakti gelmişti. Daha önce olduğu gibi Gülizar yine hemen yan mahalleden Daimî Efendi’yi telefonla çağırdı. On beş dakika içerisinde teçhizatıyla yetişti Daimî Efendi. Yatakta hastanın şişip moraran bileğini görür görmez Gülizar’a çıkıştı: “Bu hasta nasıl bu hâle geldi? Serum değil dayak yemiş sanki bu hasta!”
Gülizar, İnci Hanım’ın inadını, serum takılı iken kendisinin hastayı bırakıp mecburen kaynanasına gitmek zorunda kaldığını, yerine küçük kardeşi Güher’in bakmasının iyi olacağını hasta ablasına hatırlattığını, ablasının en küçük kız kardeşiyle aralarındaki küslük sebebiyle bir adım ötede oturmasına rağmen serumun intraketini çıkarması için yardım istemeye gurur yaptığını Daimî Efendi’ye bir çırpıda anlattı. Daimî Efendi, İnci Hanım’ın gözlerinin içine doğru odaklanarak:
“İnci Hanım kardeşim anlaşılan o ki iyileşmeyi nefsinize çok görüyorsunuz?”
“Olur mu efendim?” dedi İnci Hanım, “Bir yerimde on yare var! Ne derman ne çare var!”
“Bu inat sizi ta ölüme götürür!”
“Hangi inat efendim?”
“Hemen on adım ötede, biten serumunuzun iğnesini damar yolunuzdan çıkaracak biri varken, çok ıstırap çekmenize rağmen o kişiyi nefsinizden dolayı yardıma çağırmamanızı kastediyorum. Üstelik o kişi sizin özbeöz kardeşiniz! Anlatabiliyor muyum?”
“Kız kardeşimin bana ne yaptığını bilmiyorsunuz efendim!”
“Bunu bilmemin sizin iyileşmenize ne katkısı olabilir ki? Keşke serumunuzun içerisine birazcık kalp yumuşatıcı zerk etmiş olsaydık.”
İnci Hanım Daimî Efendi’yi ilk kez bu kadar konuşurken görüyordu. Daha önce “geçmiş olsun”un dışında hiçbir şey konuşmadan işini bitirip yere bakarak çıkıp giderdi.
“Daimî Efendi, bu mesele bizim aramızdaki bir durum. Müsaade edin de biz onu kendi içimizde halledelim. Bunun benim sağlığımla hiçbir ilgisi yok!”
“Ah kızım! Görüyorum ki inadına yenik düşmeye devam edip bunu zafer zannediyorsun. Kim demiş içinde bulunduğun bu hâlin sağlıkla bir ilgisi olmadığını? Bilmezsin ki hiçbir insanlık hâli diğerinden bağımsız değildir! Vazifem hasta bakıcılık benim. Sadece insana değil, insanlığa dair hastalıklara da bakıcılık yapıp refakat ettim bunca yıl. Say ki dünyanın çürük bileklerindeki incecik damarlara serum takmışım.”
“Daimî Efendi ben daha kendi hastalığımı tanımlayacak kelime bulamadım bu dünyada sen insanlık hastalıklarından bahsediyorsun. Söyler misin benim neremdedir, hangi yanımdadır hastalık? Karaciğerimde mi böbreğimde mi üriner sistem mi diyabetik bir sorun mu?”
“Sağlığının yerini kavradığın zaman hastalığının yerini de öğrenmiş olursun sevgili kızım! Resûl-u zişan Efendimizin şu sözünü bilmez misiniz bakın ne söylüyor: “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet ve şefkat göstermede, tıpkı bir organı rahatsızlandığında diğer organları da uykusuzluk ve yüksek ateşle bu acıyı paylaşan bir bedene benzer.”
Daimî Efendi bir yandan İnci Hanım’ın şişen koluna karşılık sağlam olan diğer kolundan damar yolu açmaya çalışırken bir yandan da ince mesajlar vermeye devam ediyordu.
“Şimdi sana gelelim. İlk günden beri böbreklerinden şikâyet ediyorsun ama başına gelen şeyin asıl müsebbibi o değil, karaciğerin. Vücudun aksamından biri sıkıntıya düştüğünde diğer kısımlar da bundan nasibini alıyor. Karaciğer böbreği etkiliyor, böbrek boşaltım sistemine tesir ediyor. Tırnağının acısını parmağın, parmağının acısını elin, elinin acısını kolun hissediyor anlayacağın.”
“Buna hiç itiraz etmem.” dedi İnci Hanım. Daimî Efendi buna sevinen bir eda ile:
“Öyle ise en küçük kız kardeşin Güher’e neden itiraz ediyorsun?” diye karşılık verdi. İnci Hanım “Ne alakası var?” der gibi baktı.
Daimî Efendi soruyu İnci Hanım’ın bakışında yakalayıp konuşmasını sürdürdü:
“Senin karaciğerin, böbreğin, kalbin ya da miden ne ise isimleri Gülizar ve Güher olduğunu şimdi öğrendiğim iki kardeşin de odur. Her biriniz kardeş olarak bir bedenin organları gibisiniz. Birinize bir şey olduğunda diğeriniz de ondan etkilenir. Şayet etkilenmiyorsa hastalığında bile sağlık yok demektir. Bir organ diğerini nasıl desteklerse bir kardeş de diğerini destekleyip korur. Oysa sen seni koruyan bir organ olan kız kardeşini en gerekli zamanda yanına bile yaklaştırmamışsın. Keşke hastalık kadar sağlık da organize olmuş olsa!”
Hiç böyle düşünmemişti İnci Hanım. Daimî Efendi’nin sözlerinden çok etkilenmişti. Şimdi yüzünü bile görmek istemediği kız kardeşinin yanına gelmesi için can atıyordu. “Çağırsak Güher kardeşim gelir mi?” diye sordu İnci Hanım Gülizar’a kısık bir sesle. Daimî Efendi hemen öne atıldı: “Siz ona Yol Oğlu Hâdi geldi, o çağırıyor deyin, gelir.” dedi.
Yol Oğlu Hâdi ismini işitir işitmez iki kız kardeş Daimî Efendi’nin yüzüne şaşkınlıkla mıhlanıp kaldılar. Şifalar dileyip kapıya yöneldi Daimî Efendi. Güher’i kastederek “Ben çıkınca o gelir!” deyip çıkıp gitti.