Bir de en çok mezarlıkların yanından geçerken bu duygulara kapılırım ben. Servilerin salınışı kadar uyarıcı bir dil olmadığını düşünürüm.
İnsanın becerikliliğine de şaşıyordun. Kendini inandıramadıkları ile başkalarını inandırışındaki, kendine kabul ettiremediklerini başkalarına kabul ettirişindeki ustalığa şaşıyordun.
Yüzlerinin ardında insanlar. Yahut insanlar yüzlerinin ardında. İnsanlar yüzlerinin ardında ne yaparlar? Her geçen gün biraz daha katılaşan, keskin çizgilerle kıvrılan o deriyi ucundan kaldırıp soymaya başlasak bir kabuk gibi, ne çıkar karşımıza? Her insan bir giz perdesiyle, yüzüyle gizler içini. Oysa herkes kavgasını içinde taşır. Ve herkesin içinde kavgadan geriye kalan bir kanama vardır. Yerin kat kat altından akan, ancak kulağınızı toprağa dayadığınızda duyabileceğiniz bir dip akıntısı gibi ilerler yüzlerinin altında o iç kanama. İşitemezsiniz o uğultuyu, kulağınızı o yüzün derin çizgilerine dayamadıkça. O iç kanamayı sezemezsiniz, insan denen uçurumun kenarına yaklaşıp bakmadıkça.
Hüseyin Su öyküleri, yüzlerinin ardındaki insanların öyküleridir. Nahif ve vakur, müşfik ve gergin, ağlamaklı ve güleç, zayıf ve dik, sevecen ve sessiz, yaşlı ve diri… Onun kahramanları ruhlarında bir dip akıntısı gibi ilerleyen iç kanama olan insanlardır. Onun savunduğu öykü anlayışı, öykücünün, insan olarak kendi içhikâyesinin dip akıntılarıyla irtibat hâlinde olması, bir ağacın köklerinin yer altı sularına değdiği gibi bu akıntıya, insanın ilk insandan beri süren dünya serüvenine, o büyük romanına değmesi gerektiği yönündedir. Bu sayımızda Hüseyin Su’nun öykülerinin derinlerinde ilerleyen iç kanamanın uğultusuna kulak verdik.
Boşanıp evine dönen kızlar, ailesiyle çatışıp onlardan soyutlandıkça yalnızlaşan, ruhsal bunalıma düşen gençler, aile çizgisinden saptıktan sonra dışarıda felaketler yaşayan insanlar… Hepsi yaşadıkları yenilgilerden sonra bir gün yaralanmış bir şekilde “o eve” dönüyor ve orada huzur buluyor. Çağın getirdiği çözülme ve çürüme karşısında öykülerinizde idealize ettiğiniz, yücelttiğiniz “o ev” için neler söylersiniz?
Bütünüyle varlık ve yaradılış, bir hakikatin etrafında deveran eder. Bizim beşerî planda adına yaşamak, hayat dediğimiz ve bu süreçte var olan kültür, sanat, edebiyat, medeniyet de doğal olarak bu deveran sırasında oluşur. Bizim erdem, çatışma, çözülme, savrulma, yalnızlaşma, bunalım, yenilgi, zafer vb. kavramlarla tanımladığımız insan hâllerimiz de işte bu deveran sırasında, merkezdeki o hakikate ne denli yakın durduğumuz veya uzak düştüğümüzle birebir alakalıdır. Ruhun, hakikatin merkeziyle irtibatı, irtibatsızlığı sizin sözünü ettiğiniz hâlleri yaşatır bize. Ruh, bu süreçte kimi zaman evinden uzak düşer, sonra yine evine dönmek ister, döner veya dönemez, sürgünü biter, devam eder. Sanat ve edebiyatsa bu hâlleri anlamak, sonra da birbirimize anlatmak için başvurduğumuz bir dilden ibarettir. Ruh evine döndüğünde doğal olarak huzur bulur. Değilse hem huzursuzluğu hem de hakikatten uzakta sürgünü devam eder. Sizin çözülme, çürüme dediğiniz sadece bu çağa özgü beşerî hâller, zaaflar, düşüp kalkmalar değil, her çağın her zamanın önümüze açtığı birer sınav tuzaklarıdır. Hatta her biri, çürümeden, çözülmeden salimen geçebilecek misin bakalım, sorusundan ibaret birer sınav kâğıdıdır. Sadece biçimleri ve araç gereçleri değişir bunların. Bir de şu var; insan o kadar uzak düştü ki kendi fıtratına, fıtratındaki kimi parıltılarla şurada burada bir vesileyle karşılaştığında kendisini kuşatan bugünkü maddi gerçeklik karşısında onları erişilemez, hayatta yaşanılamaz idealler, ütopyalar olarak görüyor. Kaldı ki bu insana, ideallerimiz, ütopyalarımız olmayacak mı, diye de sormak ve onu sarsmak gerekmiyor mu? Kanaatimce bu soruyu sormak da öncelikle sanatın ve edebiyatın işidir.
Öykü içinde kat kat açılan düşünceler, duygular, hayaller... Öyküleriniz büyük oranda kahramanlarınızın ruhsal derinliklerine, iç dünyalarına yapılan yolculuklara, psikolojik çözümlemelere yaslanıyor. Sizin tabirinizle soracak olursam “insanın içindeki uçuruma bakmak” size neden bu kadar çekici geliyor?
İnsanı, dünyanın katı gerçekliğine bakarak anlayamayız, asla... Tabii ki sosyal şartların insan üzendeki etkisini de görmezden gelecek değiliz. Değiliz ama insan, sadece sosyal şartlardan ve maddi etkenlerden ibaret bir varlık da değil. Özelde öykü, genelde de sanat ve edebiyat, insanın dış dünya ile maddi ilişkisine mahkûm olmamalı, hayatla kurduğu içbağları görüp kaleminin ucunu oraya değdirebilmeli ve oradan beslenebilmeli. İnsanı ve insanın dünyadaki yerini ancak böyle yazabilir ve ancak böyle anlayabiliriz. İnsanı kuşatan hiçbir maddi gerçeklik sadece göründüğü kadarından ibaret değildir. Bunların hepsini anlamlandıran içbağlar vardır. Nasıl acı çektiğinden, nasıl sevindiğinden, nasıl düşman veya dost olduğundan daha çok neden böyle olduğu da önemli değil mi? Bunları en azından birlikte görmedikçe insanı anlayamayız ve anlatamayız. İnsanın içindeki uçurum, derken işte bütün bu durumlardan söz ediyoruz. Bir olumsuzluktan daha çok, hatta daha doğrusu bir derinlikten söz ediyoruz. O içbağların hepsi bu derinlikle bir biçimde bağlantılıdır. Bu durumun ilgi çekiciliği bir yana, ben son derece önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanın görmekle, anlamakla, yazmakla tükenmezliği de bu derinlikle ilgili... İçimizdeki derinlik mütemadiyen deveran hâlinde ve uğultulu olduğu için en çok tanıdığımızı sandığımız birinde bile her gün yeni bir insanla karşılaşabiliriz. Bunun için önemli ve ilgi çekici…
Yazılarınızın toplamına bakıldığında gizli ya da açık şekilde kendini gösteren bir laytmotif var: Hatıra. Hatırlamak ya da unutmamak vurgusu. Unutmaya ve unutkanlığa karşı böyle bir direnç göstermenizin arkasında yatan sebeplere dair neler söylersiniz?
İnsan için unutabilmek de bir nimettir, hiçbir şeyi asla unutamadığımızı düşünebiliyor musunuz? Zaman zaman bu duruma da vurgu yaparım ama unutmak, hakikat karşısında bile isteye tercih ettiğimiz, onu önemsemediğimiz gaflet hâliyle ilgili bir kaçış durumu olduğundan, aynı zamanda unutkanlıkla malul olduğumuz, unutkanlığa karşı sürekli vahiyle uyarıldığımız için sanatın ve edebiyatın da dünya hayatında insanın başına gelenlerin hepsinin bu gaflet hâliyle ilişkisini görmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanoğlu yaklaşmaması gerektiği uyarısını sürekli unuttuğu için başına bu büyük ve çetrefilli dünya derdini açmadı mı? Unutmaya meyyaldir insan ama kolay kolay hatırlamak da istemez. Acelecidir ama teenniye mesafelidir. Hakikatin üstünden kolayca atlayabilir ama akletmekten de hep kaçar. Gerek ilim insanlarının gerek siyasetçilerin, sanatçıların, edebiyatçıların, şairlerin, yazarların; söylediğinin, yazdığının, çizdiğinin, kısaca insana dair yapılıp edilenlerin hepsinin amacı yeni bir hakikat getirmek değil insanın unuttuğu hakikati kendisine hatırlatmak, yitiğini bulup göstermek değil mi? Yoksa neden sürekli insanı muhatap alıyor ve yazıyoruz, konuşuyoruz ki?.. Söz de yazı da düşünmeye, hatırlamaya bir çağrıdır…
Biten komşuluk ilişkileri, diğerinin acısıyla sevinciyle ilgilenmeyen; kadını, erkeği, yaşlısı, genci birbirine yabancılaşmış insanlar. Herkes bir akıntıya kapılmış gibi çürüme ve çözülmenin içinde. Hatta bir öykü kahramanınız bunu, “Görüyorsun, hep çürüyen, çözülen, dökülen, dağılan bir şeyler olduğunu kalplerde.” cümleleriyle dile getiriyor. Sizce bu çözülme sadece günümüz insanıyla ilgili bir durum mu, yoksa hangi çağda olursa olsun “insan”la mı ilgili?
İnsan, her zaman aynı insandır: O bildiğimiz Âdemoğlu! İnsan oluşu itibarıyla, özü, insaniyeti itibarıyla hiç değişmedi, bundan sonra da değişmeyecek. Sadece fiziki şartlar, hayatındaki araç gereçler, maddi şartlar değişti, değişiyor. Evet, bunları kullanırken birbirinden çok farklı insan hâlleriyle karşılaşabiliyoruz. Bu bizi çok şaşırtmamalı. Ondan sâdır olan bu farklı insan hâlleri de yine onun değişmez özüyle, insaniyetiyle ilgili, hepsi oradan doğuyor. Farklı şartlarda farklı tepkiler vermek onun özünün değiştiği anlamına da gelmez. İnsan; inanan, inkâr eden, seven, nefret eden, dostluk ve düşmanlık besleyebilen, vefa gösterebilen, doğruyu da yalanı da aynı ustalıkla söyleyebilen, ihanet edebilen, ilmi de cehaleti de takvayı da çıkarı da kolayca ve aynı akılla, aynı kalple içselleştirebilen ve kolayca hem zalim hem de mazlum olabilen, kendi kardeşini öldürebilirken hiç tanımadığı bir insanın hayatını kurtarabilen, medeniyetler kurabilen ama medeniyetleri yerle bir edebilen bir varlık… Bütün bunların insanın aklından, elinden ve dilinden sâdır olduğunu görüyoruz. Evet, insanla ilgili! İlim de sanat da edebiyat da siyaset de bütünüyle işte bu ilgi üzerine odaklanır.
Öykü yazarının kulağı “kün” emrine aşina olmalıdır, hiçbirimiz eninde sonunda bir öykü yazıp geçmiyoruz aslına bakılırsa… şeklinde bir ifadeniz var. “Kün emrine aşina olmak” ne ima eder? Bu aşina olma durumu yalnızca Müslüman sanatçıları mı ilgilendirir?
Allah’ın bütün sıfatlarının beşerî planda insanın fillerinde yansıması vardır bildiğiniz gibi. Yaratma sıfatı da öyle... O, ol, der ve olur... Bu bağlamda sanatı, beşerî plan çerçevesinde bir yaratma fiili olarak görmek gerek. Bu zaviyeden bakınca da sanatçının -öykücünün- kulağının “kün” emrine aşina olması sadece Müslüman sanatçıyla ilgili bir dikkat, hassasiyet ve bilinç durumu değil, aksine ne yaptığının farkında ve bilincinde olan her sanatçıyla, her yazarla ilgili bir dikkat ve bilinç durumudur. İster inansın isterse inanmasın, bir sanatçı ne yaptığının bilincindeyse ve tabii ki gerçek bir sanatçıysa sanatın ontolojik bağlamının farkında olmak ve sanatının da yaradılışın -kün emrinin- dip akıntısıyla ilişkisini, ontolojik bağını görmek ve kurmak durumundadır. Başka türlüsü mümkün değil. Kimi zaman sanatçının kendisi bunu fark edemese bile sanatçı tabiatı ve sanatçı yeteneği, onun bu ilişkiyi bir biçimde kurmasını sağlar. Biz, böyle sanatçıların yazdıklarında kalemlerinin bu dip akıntıya değdiğini görebiliriz. Kaldı ki inanan bir sanatçı bunu çok daha kolay görebilir, görmeli de… Eğer kompleksleriyle sanatının ufkunu karartmıyor, kaleminin ucunu kırıp köreltmiyorsa. Yazdığımız hiçbir şey sadece bir edebî tür tanımıyla çerçevelenemez, bundan ibaret görülüp geçilemez, asla… Çünkü her biri birer amelden ibarettir...
Gelenek sizde günümüzden bağımsız değil, şimdiki zamanda varlığını sürdürüyor, bugüne geleneğin penceresinden bakıyorsunuz. Sizin için “şimdi” yalnızca şimdi değil, geçmiş ve gelecek. Bakıldığında gelenek bazılarınca olumsuz bir anlam ihtiva ediyor, bu noktada siz geleneğe dair neler söylersiniz? İçinde yetiştiği toplumun bir ferdi olan sanatçının gelenekten uzak durması mümkün mü?
Ben (Sezai Karakoç’a ait) şu sözü çok doğru ve isabetli bir tespit olarak görüyorum: “Gelenek, gelecektir.” Ne yazık ki gelenek, modern zamanlarda son derece yüzeysel bir yaklaşımla bir inanç, tarih ve kültür enkazı olarak görülüyor ve değerlendiriliyor. Bu doğru değil. İnsanların giderek kavramsal düşünmeyi unuttuğu zamanımızda geleneğin böyle anlaşılmaya müsait bir düşünce ve kültür zemini var mı? Evet, var. Elbette yersiz ve gereksiz bir komplekse kapılıp ayıklayıcı ve seçmeci bir yaklaşımdan söz edecek değilim. Gelenekten söz etmeyi, geleneğe vurgu yapmayı, türbedarlık ve söz konusu enkazı sahiplenmek olarak görüyor insanlar. Bir ayrım yapmak gerekiyor bu konuda düşünürken ve yazarken. Düşünce, yazı, sanat ve edebiyat, genelgeçer yargılarla, kabataslak ve el yordamıyla yapılabilecek bir eylem değildir. İncelikler üzerinden yürür. İnanç aidiyetlerimiz bağlamında özellikle biz sanatçılar, bugünden düne ve yarına baktığımızda eklemlendiğimiz, eklemlenmemiz gereken süreğenliği çok iyi anlayıp tanımlamamız ve ona göre bir sanatçı duruşu, bilinci ve dikkati göstermemiz gerekir. İnanmak ve yaşamak, şu anda olup biten bir şey değil. Her sözün, her fiilin bir öncesi ve sonrası var, sadece bizimkinden ibaret değil. Bu nedenle gelenekten anladığımı, vahyî ilik bağı şeklinde tanımlamaya çalıştım. İster bir sanatçı olsun ister sıradan bir insan, hiç kimse, istemese bile geleneğin dışında kalamaz, ne eyliyorsa mutlaka bir geleneğin içinde eyliyordur...
Bir söyleşinizde “içhikâye” şeklinde bir kavramdan bahsediyorsunuz ve şöyle devam ediyorsunuz: “Öykücünün yazdığı öykü, insan olarak kendi içhikâyesinin dip akıntılarıyla irtibat hâlinde olmalı, bu akıntıya değmeli. Bir ağacın köklerinin yer altı sularına değdiği gibi. Değilse ne söylese eksik kalacaktır.” Bahsettiğiniz, irtibat hâlinde olunması gereken bu içhikâyeden ve dip akıntısından ne anlamalıyız?
Varlığın, yaradılışın hikâyesi, insanoğlunun da hikâyesidir… Bu büyük hikâyenin ve bunun dip akıntısının dışında bir hikâye (öykü), sanat, edebiyat vb. olamaz. Sadece bir öykü yazıp geçemeyiz, dediğim de işte budur. Tabii ki yaptığımızı bir oyundan ibaret görmüyorsak. Bir bütünlüğün içindeyiz hepimiz, o bütünlüğün dışında kalmak gibi bir lüksümüz de imkânımız da yok. Yazdığımızın, yapıp ettiklerimizin hepsi o bütünlüğe dâhildir. Bir öykü veya bir şiir yazıyorsunuz, bu öykü veya şiir sizin hayatınızın öyküsü, sizin hayatınızın şiiri değil elbet. Ama sizin de dâhil olduğunuz bir büyük oluşun hikâyesi veya şiiri. Bu anlamda o, sizin de... Sadece yazar olarak yazdığınız bir eserinizden ibaret değil o metinler, bizzat sizin hikâyeniz ve şiiriniz de… Bundan kaçamayız, böyle sahiplenmek ve sorumluğunu bu bağlamda -kün emrine aşina olarak- dikkatle üstlenmek zorundayız. Yukarıda sözünü ettiğimiz çelişkilerle dolu insan hâllerimizin hepsi, insanlık bağlamında birbirine geçmiş durumda. Yazarken bunun farkında olmamız, bizim hikâyemizin her insanın hikâyesine mutlaka değdiğinin de bilincinde olmamız gerekir. Değilse elbette eksik kalacaktır. Yaptığımız bir şaka değil, bize öğretildiği gibi kalemle yazı yazıyoruz…
“İç” kelimesi yukarıdaki sorumda da bahsettiğim gibi sizin öykü atmosferinizde çok önemli bir yere sahip. Hatta İçkanama adında bir kitabınız da var. Günümüz toplumu bir iç kanama içinde, aile bir iç kanama içinde, aşklar iç kanamadan ibaret. Kahramanlarınızın hemen hepsi iç hesaplaşma yaşayan; duygularıyla, düşünceleriyle, pişmanlıklarıyla iç yolculuklara çıkan, “kendini yenmeye” çalışan sessiz ve derin kişiler. Bu iç kanamaya ve nedenlerine dair bir şeyler söylemek ister misiniz?
İnsanın hikâyesi her ne kadar bir dili ve biçimi gerektirse de eninde sonunda o hikâyeye aidiyet ve bir kimlik kazandıran iç bütünlüğüdür. Sadece iç kanaması değil, iç huzuru da bu bütünlükle ilgilidir. Değilse sadece kabuktan, biçimden ibaret bir hikâyeden söz edemeyiz. Sözünü ettiğiniz o kitabımızda insanın iç kanama hâlleri, hikâyemizin bir başka açıdan görünüşüdür. Toplumun, ailenin, bireyin, ilişkilerimizin, aşklarımızın bütünüyle birer iç kanamadan ibaret olduğunu da söyleyemeyiz şüphesiz, hikâyemizin bütünlüğü içinde iç kanamalarımız da var elbet. Ne yazık ki artık modern insan bunları yeterince fark edemiyor ve değerlendiremiyor. Yaralarının da kanamalarının da âdeta üstüne yatıyor. Hepsine alıştı çünkü. Alışmak hiç iyi bir şey değil bildiğiniz gibi. Alışmak, bir anlamda aşınmakla, unutmakla aynı sayılabilir. Nedenleri ise kendimizden, toplumdan kaynaklanabiliyor.
Bir metne yazınsal kimlik giydiren, onu biyografik atmosferden uzaklaştırıp hakiki bir edebiyat metnine dönüştüren şeyler nelerdir? Gerçek bir edebiyat metni kendisine edebiyat dışı bir ölçütle bakma ihtimalini, taşıdığı hangi özelliklerle ortadan kaldırır?
Her ne kadar bugün at izi it izine karışmış olsa da gerçek bir sanat ve edebiyat eseri, değerinden ve kendisini var eden temel özelliklerden ayrı tutulamaz. Okur olarak da yazar olarak da erbabı gerçek sanat eserini mutlaka tanır, anlar. Spesifik, görece bir durumdan söz etmiyorum elbet. Dili, üslubu, tekniği vb. özellikleriyle bir sanat, edebiyat eseri, kendisini herhangi bir metinden ayrı bir yerde görür ve gösterir. Okura ve yazara; erbabına, bu bir öyküdür, bir şiirdir, bu bir romandır… dedirtir. Bu duyguyu, düşünceyi, kanaati veremeyen bir metni de kim ne yaparsa yapsın hiç kimse uzun süre sanat ve edebiyat tahtında tutamaz, çeşitli etkenlerle oraya iliştirilse bile bir gün mutlaka düşer. Sahte ilişkiler, sahte dayanışmalar, sahte biçim ve süslemelerle sanat, edebiyat metni asla gerçek bir değer kazanamaz. Dil, üslup, teknik özellikleri yanında aidiyetleriyle sanat ve edebiyat ırmağına karışamayan metinler de zamanın eleğiyle elenip bir kenara atılmak durumundadır. Bütün bu hususları, aslında büyük sanat ve edebiyat eserlerine bakarak görmek daha doğru olur. Hüsn ü Aşk’ı, Su Kasidesi’ni, Çile’yi, Hızır’la Kırk Saat’i yaşatan güç, sanatın ve edebiyatın gücüdür.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve sizdeki ilk çağrışımlarını sorsam...
Ayna: Kendimiz… Yüzümüz, içyüzümüz… Onun için de gaflet hâlinde bakarken hoş gelir bize ve kendimizden geçeriz, aldanırız. Hakikat hâlinde ve hakikat bilinciyle aynaya bakmak ürperti verir, bakarken korkarız.
Yağmur: Umut, bereket, rahmet… Hayata, insanın alnına, bağrına serpilen su, Kevser, abıhayat, uhrevi bir serinlik.
Hayat: Onunla sımsıkı kuşatıldığımız büyük, somut gerçeklik. Üzerine ne denli çok konuşursak konuşalım hakkında bildiklerimiz son derece sınırlı ve isabetsiz olan hakikatimiz. Son derece sert, katı ama bir o kadar da yumuşak, sarıp sarmalayıcı.
Kalp: İnsan varlığının özeti. Özün özü (lübbü’l- lüb). Kalpten söz edilmese insandan da söz edilemeyecek kadar önemli bir husus.
Ihlamur kokusu: Gökyüzünden üstümüze serpiliyormuş gibi gelir bana. İlk kez, çocukluğumun ev içi ve aile kokusu. Sobanın üstünde devamlı emaye bir çaydanlıkta tıkırtılarla kaynar ve evin içini buram buram kokuya boğar. Daha sonra İstanbul’da ve Hendek’te ilkbahar ve yaz geceleri caddelerde ve sokaklarda aradım içime çekmek için. Bir parkta ıhlamur kokusu varsa oradan kolay çıkamam. Bizim dünyamızdan “O’na sevdirilen üç kokudan biri” olan “güzel koku”nun içinde ama dördüncü bir koku benim için ıhlamur kokusu…
İbrahim Çelik: Hüseyin Su’nun yol arkadaşı. İki kimlik, bir hayat. Bir hayatın, bazen yazı bazen de tura düşüşü hâli. Zaman zaman birbirlerinin önüne ayak uzattıkları, yollarını kestikleri ve ters düştükleri de olabiliyor.