İlim, ezberlenen malumat değildir. İlim, faydalanılandır.
İmam Şafii
A
liya İzzet Begoviç’in “İki insan aynı yoldan geçer fakat biri tecrübe ve tesirlerle dolu olarak diğeri de sanki gözleri kapalıymış gibi döner. Bu durum, geçtikleri şehir ve manzaralara bağlı değil, onlara bağlıdır.” cümlesini okuduğumda Hz. Musa’nın bir kıssası aklıma gelmişti. Hz. Musa, Kur’an-ı Kerim’de bahsi en çok geçen peygamberdir, hayatından kıssalar farklı surelerde karşımıza çıkar. Firavun ile yaşadıkları da bu noktada geniş yer tutar. Eski Mısır inancında firavun hem hükümdar hem de tanrının oğlu olarak tanrısal güçleri olan bir otoriteye sahiptir. Döneminde Hz. Musa’nın hak dini tebliğ etmeye başlayarak insanları tevhid inancına çağırması firavunun otoritesine başkaldırı sayılmıştı.
Firavun, Hz. Musa’nın getirdiği mucizeler karşısında şaşkınlık göstererek gücünü muhafaza etmek için nasıl önlemler alabileceklerini danışmanları ile tartışır. Sonunda Hz. Musa’nın gösterdiği mucizeleri sihir olarak ilan etmenin ve onun sihirlerine karşı Mısır topraklarında sihir konusunda mahir kimseleri mücadeleye çağırmanın iyi fikir olacağına karar verilir. Firavunun emri üzerine ülke genelinden işinin ehli sihirbazlar halkın tamamının bulunduğu bayram günü kuşluk vaktinde Hz. Musa ile karşı karşıya gelir. Hünerlerine güvenen sihirbazlar, Hz. Musa’ya önce kimin başlamasını istediğini sorarlar ve onun “siz atın” demesiyle ellerindeki asa ve ipleri ortaya atarlar. Objeler izleyenler tarafından yılan gibi algılanır, gördükleri karşısında Hz. Musa da çok etkilenir. Hatta yenilmekten korkar ancak o sırada gelen vahiyle rahatlar ve Allah’ın emri üzerine asasını yere bırakır.
Yere düşen asa hemen bir yılana dönüşür ve sihirbazların oyunları ile ortaya attıkları objeleri yutar. Bunun karşısında sihirbazlar, yapılanın hileli bir sihir oyunu olamayacağını hemen anlarlar ve hepsi birden yere kapanarak “Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik.” derler. Firavun, gözleri önünde cereyan eden bu duruma sinirlenerek “Benim iznim olmadan bir başka tanrıya iman edemezseniz.” diye çıkışır. Her ne kadar ülkeden sürmekle ellerini ayaklarını çaprazlama kesmekle tehdit etse de sihirbazlar geri adım atmazlar.1
Begoviç’in dediği gibi insanın baktığında ne gördüğü kendi durumuyla alakalıdır. Halk nezdinde sihirbazların yaptığı illüzyon ile Hz. Musa’nın göstermiş olduğu mucize arasında görecelik bakımından fark yoktu. Ama sihirbazlar tecrübeleriyle Hz. Musa’nın asasının yılana dönüşmesinin sihirden çok öte olduğunu fark etmişlerdi. Onun yaptığı sihrin imkânlarıyla açıklanabilecek bir şey değildi. Yaşanan hadise Musa’nın her şeye gücü yeten bir yaratıcı tarafından desteklendiğini işaret ediyordu ve onlar açısından yapılması gereken iman etmekti. Bu kıssada sihirbazlar “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 39/9) ayetinin somut örneği olarak karşımıza çıkıyordu. Evet, ayetin de belirttiği gibi bir konu hakkında bilgi sahibi olanla olmayan denk değildi. Bilen insan, bilgisinin gereğine kayıtsız kalamaz ve aksine de ikna edilemezdi. Her türlü tehdide karşı sihirbazların, biz Musa’nın Rabbine iman ettik, diyerek geri adım atmamaları da bunu gösteriyordu.
İnsanoğlunun bilme serüveni ilk insana eşyanın isimlerinin öğretilmesiyle başlar. Öğrenme, anlama, anlamlandırma, bunlar üzerine yeni bilgiler inşa etme insanoğlunun ayırt edici vasfıdır. İnsana verilen bu imkân karşısında ondan beklenen de kabiliyeti doğrultusunda potansiyelini ortaya çıkarmasıdır. Her şeyden önce insanın bilgi sahibi olması varoluşsal bir zorunluluktur. Hayatın en basit düzeyde idame ettirilmesi dahi belli birikim ve tecrübe gerektirir. Tarih boyunca insanın doğa ile ilişkisi, onu biçimlendirmesi, işini kolaylaştıracak aletler tasarlaması, var olanları değişik formlarla başka şeylere dönüştürmesi, tasarımlarını teknik düzeyde çeşitlendirmesi insanın bilgi ve tecrübesi ile ulaşabileceği noktayı gösterir. İnsanı bilgi sahibi olmaya zorlayan tek sebep maddi ihtiyaçlar değildir elbette. İnsanın doğuştan sahip olduğu entelektüel bir eğilim vardır. Aristoteles “Bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler. Duyularımızdan aldığımız zevk, bunun bir kanıtıdır.” der ve öğrenme arzusunun yaradılıştan insanda var kılındığını bize hatırlatır. Ufak çocuğun eline aldığı her nesneyi evire çevire incelemesi, konuşmaya başladıysa “Bu ne?” demesi, şahit olduğu olayda “Neden böyle yaptın?” diye ısrarla sorması insanın öğrenme ve kendine mal etme çabasının küçük yaşlardan itibaren ortaya çıktığının basit bir örneğidir.
Peki, insan neyi öğrenmek ister? Bilgi nedir, bilgi sahibi olmanın olanağı, bilginin doğruluğu, kaynağı ve sınırları problemi yüzyıllarca filozofların gündemini meşgul etmiştir.