İş yerinin yazıları hazır, dışarıda fırtına başladı ve ben hikâyeme ait iki paragrafı bağlayamadan akşam oldu. Fırtına, camlara, ağaç tepelerine vura vura kendini belli ederken, hazır olan metinler dosyanın içinde asker nizamında dizilmiş, mütercimlere gitmeyi bekliyorlar. Artık ben de her şeyi kapatıp rüzgârın ve yağmurun içinden geçip evime doğru yola çıkabilirim.
Açız diyor çocuklar telefonda, ne yiyeceğiz, çorba ve pırasa hazır ama onlar için hiç cazip değil. Cevap bekliyorlar benden. Hikâyeye ait iki paragraf da mahzun ve mağrur bekliyor. Mahzunlar, apayrı ve yalnızlar çünkü, kendilerini akraba kılacak cümleler arıyorlar. Şimdi ben fırtınada, eve dönüş yolunda onları bağlamak için kuyumun başına gideceğim ve birbirine benzeyen ve benzemeyen cümleler çekeceğim. Fırtına önemsiz bu arayış anında, kuyu derin, ay ışığı vurmuş gibi yüzeyi; gümüşten ışıklar, cümleler oynaşıyor, istediğim kadar çekebilirim.
Dışarıda eşine az rastlanılacak bir hâl var; yağmur uzuyor, rüzgâr uzuyor, çatılar uzuyor. Fırtınanın içinde yürüyorum. Ancak filmlerde duyulacak seslerle esiyor rüzgâr, yüksek fısıltılar ve ıslıklarla. Bunca vakittir sararan ama dalından düşmemek için direnen yapraklar yenilmiş. Hepsini, oradan oraya savuruyor rüzgâr, en kuytulara gönderiyor en tepeden kopardıklarını, canının istediği gibi. Ağaçların sarı yaprak elbiselerini yırta yırta, acıta acıta koparıyor dallardan. Güneş nerede? Biraz güneş açsın kara bulutları desturuyla dağıtsın, altından kaftanıyla göğe otursun istiyor gönül. Ama hayır, o da aldığı emirle bekliyor, çok çok uzaklarda. Herkes vazifesini yapacak, ilahi emre itaat edecek. Ufka kadar saran griliğin içinden, buğunun altından bir uç göstermesine izin var sadece, o kadar.
Sokak kedileri, köpekler kaybolmuş, güvercinler, serçeler saklanmış, sade martılar cesaretle uçuyor, dans ediyor hatta. İnadına, fırtınaya rağmen denizin üstündeler. Kanatlarını açmış fırtınaya karşı nasıl duruyorlar, hayret? Boğaz, güzelliğini kaybetmiş kadınların hırçınlığında. Kararmış, ne rengi var ne cümbüşü; gelmeyin, yaklaşmayın, bakmayın bana diyor, zaten kimse de yok kıyılarında, iskeleler bomboş…
Fırtına artıyor, sesini duyuyorum rüzgârın, şemsiyem de yok, kalın bir şala sarınıyorum. Sadece iki gözümü açıkta bırakarak yürüyebiliyorum. Gördüğümse; döven, hızla yağan yağmur, bir düzen içinde atmaya çalıştığım ama yerdeki gölcükler nedeniyle başaramadığım adımlarım ve iki paragraf. Bir adım bir paragraf, bir adım yağmur bir adım bir paragraf, bir yağmur... Yürü bakalım, çek bakalım kuyunun başında durup… Kollarındaki kemiklerini hisset, acıyacak evet, dola ipi ellerine. Ayaklarını sabit tutmaya çalış, çek ve dayan. Daha diplerde aradığın, tekrar at ve çek…
Islanıyorum, asılıyorum ve ıslanıyorum… Bir çıkrığım yok; atıyorum, çekiyorum, asılıyorum, giderek ağırlaşıyor mu cümleler yoksa ben mi çabucak yoruldum? İki paragraf birer ağırlık olarak bileklerimde, omuzlarımda ve başımın üstünde duruyorlar yürüyen merdivenlerde, kalabalığın içinde. Sert havalardan kaçıp mağaralara sığınanlar gibi derinlere iniyor insanlar, kalabalık artıyor. Vagonlar uzuyor, cümleler uzuyor, fırtına uzuyor, binilmiyor kalabalıktan Marmaray’a. Mahzun yüzlerini çoktan bıraktılar, mağrurlar iyice paragraflar da. Uzun kısa hiçbir cümleyi, kulağa hoş gelen kelimeleri, imla işaretlerini, hiçbirini beğenmiyorlar. Yukarıda olan aşağıdakinin, aşağıda olan yukarıdakinin beğenisine dudak büküyor, yazıp yazıp siliyorum zihnimde; bu değil, bu değil, bu olmaz, bu hiç olmaz…
Fırtınadan, uğultudan kaçanlar olarak bekliyoruz. Gelen ilk tren dopdolu, binilmiyor. Ben bekliyorum, paragraflar bekliyor… Şu olur mu acaba? Olabilir. Belki. Kim bilir? İki paragrafa birden uyan ikisini demirle pençeleyecek cümle, ta en başta üç sayfa geride değişikliğe denk düşüyor, göze almalı mı? Haydi dene diyor uçan bir kalem, haydi dene. Paragraflar Eski Çağ filozoflarının eminliğinde, asla kendilerinden taviz vermeye niyetleri yok, umurlarında değil, öyle acımazsızlar ki isterse hiç bitmesin, yarım kalsın bu hikâye…
Nihayet bir ara sefer geliyor, tenha ve oturulabilir. Kalabalık seyrelirken cümleler kalabalıklaşıyor. Derin tünellerden geçip yeryüzüne çıkıyor tren. Işık? Işık yok. Yeryüzü bir tünel karanlığında, fırtına hükümranlığını iyice ilan etmiş esir almış bütün şehri ve insanlarını. Zorlu tabiat, çağlar öncesinin iç korkularını uyandırmış; montların yakası kalkık, düğmeler ilikli, şallar, atkılar sıkı sıkı dolanmış…
Yol uzuyor, fırtına uzuyor, vagonlar uzuyor, cümleler uzuyor. Fırtına insanları saçlarından, bacaklarından, kollarından kuvvetlice çekiyor. Rüzgârın sesi tanıdık müzikler hatırlatıyor, derin ve kasvetli. Evet ya, nasıl düşünemedim? Bazen müzik yardımcı olur, hangi şarkıyı dinlesem, hangi nağme bağ olacak cümleleri kuyunun üstüne çıkarır, kalemin, ipin ucuna takar? Aramıyorum, listelerin insafına bırakıyorum. Tefeül ediyorum rastgele seçerek.