Yaş-a-mak. Esas kökü “yaş”. Bu kelime Eski Türkçeden beri kullanılıyor. Kelimenin kökü “yaş” sözcüğü de tek başına birden fazla anlam için kullanılıyor. Ama esas olanı canlılık, dirilik… Hayatta kalmak için canlılık fonksiyonlarının yerine getirilmesi yani yaş-a-mak. Yaş; taze, canlı, diri, hayatta olan. Nemli olana da yaş deriz ya hani. Yenice dalından kopan sebzelerde taze deriz. Yemyeşil olana taze deriz diri ve canlı diye. Baharda yeşillenmez mi doğa, yeşile büründü diye canlandı demez miyiz? Ölmüştü kış üstü, yeniden canlandı, haşroldu, yeşillendi... Yeşil, yemyeşil... Yeş-il, yaşıl imiş eskiden. Elbette yaş’tan gelerek.
Yaş; taze, yeşil, canlı, diri olan.
Yaş-a-mak; taze olmak, diri olmak, canlı olmak, yeşillenmek âdeta. Yaşamanın emareleri bunlar. Renk bulmak, evreler geçirmek, belki ölecek kadar solmak sonra bir bahar yağmuru ile yeniden canlanmak, tazelenmek. Hiçbir kapris ya da gurura uğramadan. Ağaçlar gibi doğa gibi... Hem de onlar her yıl her defasında aynı döngü ile yeniden yaşarken...
Demek insanın da ömrü renk renk olabilir. Sonbaharlar hatta kara kışlar yaşanabilir. Ama hayat eninde sonunda yeşile döner. Ölmek de siyah değildir aslında. Ardından haşr geleceğine göre, yeniden dirilmek hatta diri olmak yeşil olduğuna göre...
Elbette insanın yaşamının rengini nasıl yaşadığı belirlediği gibi haşr gününün rengini de nasıl yaşadığı ve tabii nasıl öldüğü belirler. Kimisine yeşil ve beyaz olan kimisine siyahtan da siyah olabilir. İnsan yaşarken de pembe çiçekli, umut fışkıran ağaca kör gözle bakmıyor mu? Bakıyor da görüyor mu? Canım pembe çiçekleri, ton ton yeşil yaprakları karanlıktan da siyah gören yok mu?
İşte bunlardan olsa gerek ki şairler de yazarlar da bu yaşamak ile uğraşmışlar.
“İşte yaşamak dediğin böyle ikilemlerden, zor sorulardan ibaret.” deyip noktayı koyarken Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu iki satır ile bizi dostunun o zor sorularının birinde bırakıvermiş;
“Dedim ya işte, bocalıyorum.