Bir Gemi Anayurt ya da İnsan’ın Adresi

İnsan nereye aittir? Nereyi yurdu bilir? Yer’ini bulduğuna nasıl ikna olacaktır ya da? Doğduğu yerin anlamı -her zaman- o bütün yurtsuzluğunu kuşatacak kadar derin ve büyük müdür mesela? Ait olma hissinin yaşamanın delili sayılacağına, insanın -bu duygudan mülhem- dünyadaki yer’ini muhkem bir kale hâline getireceğine inanmanın bir anlamı var elbette. Ama insan ve yurt kavramlarını yan yana düşündüğümüzde, bu sorulara verilecek mümkün cevapların tamamının dünya gurbetinden geçerek yatağını bulacağını söyleriz, bu doğru elbette. İnsanın yurdunun bu dünyada olmadığına dair bir hakikat bilgisinin içinde doğup çoğu zaman bunu unutarak yaşadığımız ömrümüzü o kutlu nihayete erdirdiğimizde, kalbimize dolan bütün o huzursuzlukların, tatminsizliklerin, kara boşlukların sırrına varıyoruz aslında. İnsan ev’ine dönmek istiyor, burası kesin. Bütün eve dönüşlerin yoluysa her daim sarp ve keskin.

Her ölümlünün ayağını bastığı yer’e doğru hissettiği mutlak aidiyette, yurdu kabul ettiği/bildiği o korunaklı kaleyi terk edememe duygusunun varlığını görmek mümkün. Bundan kaçış yok galiba. Tim Roth’un büyük bir ustalıkla hayat verdiği The Legend of 1900 filminin kahramanını hatırlama zamanı o hâlde. “Yedi denizin en büyük piyanisti” namlı Danny Boodman T.D. Lemon 1900’ün, doğduğu gemiyi yer’i bilerek evi olan denizlerden dışarıya doğru bir adım bile atmadan yaşamasını, aidiyet ve yurt kavramları üzerinden yeniden okuyabiliriz. Bu arada, az bilinen epik filmlerin en güzellerinden olan The Legend Of 1900 (1900 Efsanesi), Cinema Paradiso filminin yönetmeni Giuseppe Tornatore’nin kalemi ve kamerasından çıkmış, çok etkileyici bir atmosfere sahip, seyir zevki yüksek bir dramadır. Virginian adlı Amerikan yolcu gemisinde görevli Danny Boodmann’ın, çalıştığı gemide kutu içerisinde terk edilmiş bir bebek bulmasıyla başlayan ve iki zamanlı olarak yavaş yavaş açılan hikâyesiyle dikkat çeken filmde, doğup büyüdüğü gemiden hiç inmeyen, karaya ayak basmayı reddeden ve yalnızca müziği için yaşayan bir piyanistin destanını izleriz.

Kara’ya İkna Olmak

Tornatore’un 169 dakikalık masalsı anlatısının başkahramanı olan 1900’ü, parmaklarıyla ördüğü kozasında tek başına yaşayan iradi bir münzevi olarak görüyoruz. Mağarası gemidir. Müziğin dışında bir dünyası yoktur, okyanusa şarkılar söyler ve notalarla kurduğu yurdunu sınırsız bir evrene açar. Evet, ruhunu bu yolla kanatlandırır. Başka türlü bir hayatın mümkün olacağını bilse de o başkalığa adım atacak cesareti yoktur aslında. Karaya bir türlü ikna olmaz. Doğduğu gemiye, yol aldığı denize ve dokunduğu piyanoya inanır.

1900’ün hikâyesini geride kalanlara anlatmayı vazife bilecek arkadaşı Max, gemi orkestrasına trompetçi olarak alınmıştır. 1900’e uzun uzun diğer yurtları, karayı ve uzakları tarif etmektedir. Başka ev’lerden, başka ihtimallerden, başka yer’lerden bahsederek geçecektir gemideki günleri. Fırtınalı bir gecede, dalgaların dans ettiği balo salonundaki bir piyanonun üstünde kendinden emin bir şekilde sanatını icra eden 1900’ün yanında midesi altüst olmuş bir Max vardır. Yeni bir eve adım attığı ilk gecesinde, ev sahibi (1900) tarafından sinema tarihinin en güzel sahnelerinden biriyle karşılanacaktır Max. 1900’ün ait olduğu yer’le ilişkisinin en güçlü şekilde göründüğü bu unutulmaz sahnede, alışkanlığını aidiyet bilen, bir çift gözün ateşini bile seçemeyen, ikna olmadığı kara parçalarının saldırılarıyla çürüyen bir dehanın “hayatta” kaldığı mekâna odaklanırız. Kendisine yurt edindiği bir demir yığınının, jilet olma zamanı gelmiştir işte. Dışarısı yoktur. Yurdundan ayrılmayı göze alamaz 1900. Oysa insan kovulmuştur. Öyleyse o büyük yurtsuzluk neresidir?