“Hiçbir müminin gönlünde bir burukluk olarak yer etmek istemedim.”
Kendi tabiriyle, edebiyatı tutunacak bir dal değil, dikilecek fidan olarak görmenin derdindedir şair İbrahim Tenekeci. Bu yüzden ne yazarsa yazsın onun kaleminden yol bulup ruhumuza ve zihnimize bir şeyler dokunur.
Cümlelerini yalın ve sade bir ev gibi kurar. Belki milyonlarca kez söylenmiş özü bir kez de kendisi söylerken bir kamera gibi kullanır kalemini. Hayretle ve şaşıran, ama hep daha çok şaşıran gözlerle bakar kâinata. Onu yazmaya teşvik eden şeylerden biri de dünyaya karşı duyduğu bu hayrettir sanki. Şaşkınlığını kayda geçirir şiirlerinde, olan biteni anlamlandırmaya çalışır, şairlik onun için bir anlamda yeryüzü tanıklığıdır. Bir insan olarak tanıklığını şiirleriyle pekiştirir.
Kâinatı seyrederek insanın iyi tarafını ortaya çıkarmanın, insanın insan tarafını kuvvetlendirmenin yolunu arar. Suya, yeşile ve kuşlara bakmak gibidir şiirleri. Modern zamanların gürültüsünden sıyrılıp durup dinlenmek ve dinlemek için doğanın koynuna doğru yürüyen derviş gibi yol gösterir okuruna.
Bir pınarın başında oturur, bir söğüdün altında soluklanırsınız birlikte... Kuytu bir ormanda yürüyerek baharı karşılarsınız, kırlarda al gelinciklerin arasında dolaşırsınız. Buğdayların rüzgârda sonsuz salınışını, ekmeğin kokusunu duyarsınız… Bunların hepsini, dünyaya hayretle bakarak ama ona gönül vermeden, yerinizi yadırgayarak yaparsınız… İbrahim Tenekeci şiirleri okumak onunla birlikte ‘şahit’ olmaktır.
Kendisini biraz daha yakından tanımak için ‘mahcup ve duru’ hayatına misafir olduk; şiirin, edebiyatın ve hayatın izini birlikte sürdük.
Sohbetimize yazı hayatınıza dair bir soruyla başlamak istiyorum. Rilke’nin Genç Bir Şaire Mektuplar kitabında “İçinize sorun, yazmak zorunda mıyım, diye. Cevap evetse siz bir şairsiniz.” şeklinde bir tespiti var. Özellikle şair kimliğiyle tanınan biri olarak siz, içinizde böyle bir soruyla ilk ne zaman karşı karşıya geldiniz?
İlk şiirim on sekiz yaşında mahallî bir gazetede yayımlandı. Yani şiir yayımlamak suretiyle reşit olmuş bir insanım. Şiir denemelerim ise küçük yaşlara kadar gidiyor. İlkokul öğretmenimiz herkese bir kelime verip şiirini yazmamızı istemişti. Bana ‘kedi’ kelimesi düştü. Yazdım. Okudu ama inanmadı. Sonra bir kelime daha verdi: Soba. O şiir diğeri gibi iyi olmadı. Yüzüme alaysı bir şekilde bakarak “Bak, gördün mü?” dedi. Çok utandım çünkü kedi konulu şiiri bir yerlerden aldığımı ima etmişti.
Gerçek şiir galiba on beş yaşında karşıma çıktı. Yaz tatilinde, babam, yakın bir akrabamızın köyüne bıraktı beni. Köy, dağların içindeydi ve tek evden oluşuyordu. Yaşlı bir çift ve ben. Üç ay kaldım orada. Çayırlar, ormanlar, pınarlar, taylar ve el değmemiş nice güzelliğin içinde yaşadım. En yakın köy iki saatlik mesafede idi. Elektrik falan yoktu. Sadece gaz lambası vardı. Mecburen erkenden yatıyorduk. Hâliyle güneşle beraber uyanıyor, hemen dışarı çıkıyordum. Henüz yayınlamayı düşünmediğim tek şiirlik kitabımda kısaca yazdım bunu.
O dağ köyünde gerçekten de olgunlaştım. İstanbul’a döndüğüm zaman artık başka biri gibiydim. Bunun aile içi bir eğitim olduğunu sonradan anladım.
Gördüklerimi, yaşadıklarımı yazma ihtiyacı hissettim. Yanılmıyorsam ilk olarak Orman başlıklı bir şiir kaleme aldım. Hâlâ ezberimdedir ama okumam.
Artık elli yaşındayım. Şiirimi büyük ölçüde tamamladığımı düşünüyorum. Elimden ancak bu kadar geldi.
Şiirlerinizde örtülü, denemelerinizde ise daha açık şekilde beslendiğiniz, İslami motiflerle yüklü, sessiz ama derinden ilerleyen bir ırmak var. Bu sizin için içsel bir taşma anlamına mı geliyor, yoksa mümin bir şair olarak yazdıklarınızdan sorumlu olduğunuz hissinden mi kaynaklı?
Gençlik yıllarımda şu sorunun cevabını çok aradım: Yunus Emre ile İsmet Özel arasında bir yol bulmak mümkün müdür? Hem halk edebiyatını ve dinî metinleri, hem modern şiiri beraber okudum. Şuna da dikkat ettim: Yazdığım her şey aile içinde ve yüksek sesle okunabilmeliydi.
Irmak deyince aklıma geldi. Mesela “Irmağın dışında yüzen balıklar” dizesi, şu hadis-i şerife karşılık geliyor: “Dünya müminin gurbetidir.”
Evet. Sadece yaptıklarımızdan değil, yazdıklarımız ve konuştuklarımızdan da sorumluyuz. Bu yüzden fazla konuşmamaya gayret ediyorum. Şiirimi yayınlıyor, kitabımı çıkarıyor ve geri çekiliyorum.
Şiirlerinizin zeminini ‘hayret, şaşkınlık ve keşif’ oluşturuyor. Yapmak istediğiniz şey de tam olarak bu gibi. Sanki “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim.” sesine, “Bu çağrıyı işittim, buradayım.” diyerek cevap vermeye çalışıyor gibisiniz. Bu anlamda şiirin sizin dünyanızdaki yeri ve görevi tam olarak nedir?
Gençlik döneminde şiire daha ulvi anlamlar yüklüyordum. Yaşadıkça ve şairleri yakından tanıdıkça bu düşüncem hayli değişti. Nihayetinde yazdıklarımız kutsal metin değildir. İnsan soyuna indirilen kutsal kitaplardan da Kur’an-ı Kerim haricinde ne kadarı unutulmadan, değiştirilmeden, yani eksiksiz bir şekilde günümüze ulaşmıştır?
Elli yıllık mevcut hayatımın büyük kısmını şiirle beraber yaşadım. Elimden en çok bu geldi. Şiir olmasaydı ne yapardım, dünyanın zorluklarına nasıl katlanırdım, bilmiyorum. Şiir insana dayanma gücü veriyor.
Peki, şiirin hayata dair size öğrettiği ilk şey ne oldu?
Şiir, gerçekten de insana babalık yapıyor. Elinden tutuyor. Şairine yaşama görgüsü kazandırıyor.
Şiirin bana öğrettiği ilk şey ‘haset’ kavramı oldu. Üstelik bunu, beraber yürüdüğümüzü düşündüğüm kimi arkadaşlarda bile gördüm. İnsan elbette üzülüyor.
Şairliğinizi besleyen yönleriniz sizce neler? Koleksiyon yapmaya olan ilginiz bence bunlardan biri. Sanki yaşamınız boyunca ruhunuza dokunan en güzel kelimelerin koleksiyonunu yapıyor gibisiniz. Şiirlerinize bu gözle de bakabilir miyiz?
İnsanın kendinden, yaptıklarından bahsetmesi esasında tehlikeli bir durumdur. ‘Ben’ der demez yanılmaya başlarız.
Şahsiyetimi oluşturan ve şiirimi besleyen birçok şey sayabilirim. Fakat isterim ki bunu okuyucu bulsun.
Koleksiyon bahsine gelince… Koleksiyon insanı daha vefalı yapıyor. Geride kalanları topluyor, onları günümüze getiriyorsunuz. Lakin hırs yapmamak, hevesi kültüre dönüştürmek şarttır. Objeyi yatırım aracı olarak görmeye başladığınızda koleksiyoncu değil, tüccar olursunuz. Bir de ulular nasihati: “Benimdir deme, yanımdadır de…”
Evet, kelimeler. Her edebiyatçının kendine mahsus bir dünyası ve kelimeleri olur. O kelimeleri tekrara düşmek pahasına sıklıkla kullanmak ister. Örneğin emek, ekmek, dağ, ırmak gibi kelimeleri biraz fazla kullanıyorum. Bu beni asla rahatsız etmiyor.
Bu cevabınız aslında sıradaki sorumun zemini oldu. Şiirlerinizde ve denemelerinizde geçen en yoğun imgelerden biri ‘ekmek’. Bize, ekmeğin sizdeki öyküsünü anlatır mısınız?
Aslında buğdaya merakım var. Bir buğday tarlasını saatlerce seyredebilirim. Rüzgârın başaklara dokunması, tarlanın âdeta dalgalı bir denize dönüşmesi vesaire. Bunlar beni sevindiriyor.
Ekmek, emekle birlikte gelendir. Bir kilo un için üç bin buğday tanesi gerekiyormuş. Öyle okumuştum.
Ekmeğin sanatımda ve hayatımda ayrıcalıklı bir yeri bulunuyor. Burada rızık meselesinden bahsetmiyorum. Bir fırının önünden geçerken yavaşlarım mesela. Bazı değirmenleri ziyarete giderim. Ekmeğe olan sevgimden dolayı bir değirmenciyle arkadaş oldum. Hâlâ ülkemizin çeşitli bölgelerinden bana somunlar, katmerler falan gelir. Herhâlde derdimi tam olarak anlatamadım.
Biraz önce “Dünya müminin gurbetidir.” şeklinde bir hadis-i şeriften bahsettiniz. Sizin de bu doğrultuda “Kardeşim oluyor yerini yadırgayan” diye çok güzel bir dizeniz var. Yerini yadırgamaya övgüler yapıyorsunuz âdeta. Bu dize, sizin dünyada ve insan ilişkilerinde kendinizi konumlandırdığınız yere dair de ipuçları veriyor. Yine de yerini yadırgamayı bizim için biraz daha açmanızı istesem…
Girişken bir kimse değilim. Asosyal olduğum söyleniyor. İçine kapanık, kendisi için istemeyi bilmeyen, hemen inanan biriyim. Bana bakan bir çift göz gördüğümde telaşa kapılırım. Bir ortama alışmam için aradan aylar geçmesi gerekir. Bir işe girdiğimde, ikinci günden itibaren ayrılma planları yapmaya başlarım.
Yıllardır dergiler çıkarıyoruz. Yirmi yıldır birlikte olduğum, beraber yürüdüğüm çok sayıda ismi bir kez bile görmüşlüğüm yok. Özellikle edebiyatçıların gittiği ortamlardan uzak durmaya çalışırım. Yirmi iki yıldır köşe yazarlığı yapıyorum ama hiç ‘gazeteci’ kelimesini kullanmadım. Gazete binalarına girmek beni hâlâ tedirgin ediyor. Mecburiyetim yoksa eğer o binadan uzak duruyorum.
Vaktiyle “gidecek yerim yok gitmekten başka” diye yazmıştım. Galiba yerini yadırgamak bahsi de biraz buna benziyor. Sahiden de bu dünyada bir yerimiz var mı, olmalı mı?
İşte bu hayatımın eseri dediğiniz, sizin için bir keşif niteliğinde olan şiir, öykü veya bir kitap var mı?
Henüz on dört yaşında ve kendi paramla aldığım kitaplar hâlâ kütüphanemde duruyor. Karacaoğlan’ın bütün şiirlerini almışım mesela.
Sanatıma ve hayatıma katkı yapan yüzlerce eser var. Hepsi o büyük anlamın bir parçasıdır. İsim anmam hâlinde sayfalar dolusu liste ortaya çıkacaktır. Sadece ayakta kalmış, günümüze ulaşmış, karşılık bulmuş isimleri değil; unutulmuş, yıkılmış, bugüne gelememiş eserleri de okuma gayreti içinde oldum. “Neyi eksik yapmışlar da böyle olmuş?” gibi soruların peşine düştüm. Hikâyenin sonunda, bu işlerin biraz da nasip meselesi olduğunu anladım.
Her insan gibi sizin de dünyaya fazlaca daldığınızı hissettiğiniz zamanlar oluyordur. Böyle zamanlarda kendinize sorduğunuz bir soru ya da sürekli yaptığınız bir hatırlatma var mı? Bunu bizimle de paylaşırsanız çok seviniriz.
“Ya bu gece ölürsem” başlıklı bir çeviri şiir okumuştum yıllar evvel. Neredeyse her gün bu soruyu kendime sordum ve ona göre yaşamaya çalıştım. Hiçbir müminin gönlünde bir burukluk olarak yer etmek istemedim. Karşı taraf hatalı olsa bile ben adım atmaya gayret ettim.
Bir keresinde yedi şiir birden bitirdim. Bundan dolayı bana pek bilmediğim bir duygu geldi. Bu hâlim beni ziyadesiyle rahatsız etti. Kendimi tanımakta zorlandım. Hemen sosyal medya hesabımı açıp şöyle bir paylaşım yaptım: “Bizim kuşaktan bir tane şair kalacaksa eğer, bu inşallah Ahmet Murat olur.” Daha sonra bu cümleyi bir yazımda da kullandım ki kayıtlara geçsin.
Çağımızı özetleyen kelime ‘tüketim’ diyebiliriz. Son olarak kendinizi ve ailenizi, hayatın her alanına yayılan tüketim algısından bir nebze de olsa korumak adına uyguladığınız şeyler var mı diye sorsam?
Daha çok eski şeylere ilgi duyduğum için yeni ürünlere pek bakmıyorum. Bu garip bir şekilde insanı koruyor. Arabamız yok, telefonum ilkel, kıyafetlerimi eşim alıyor. Bütün bunlara rağmen istemesek de tüketim toplumunun bir parçasıyız.
Beni asıl ilgilendiren ise eşyaların, giyecek ve yiyeceklerin değil, insanların ve değerlerin hızla tüketilmesidir. Sözgelimi insanları en iyi yerinden yemeye, tüketmeye başlıyoruz. Dürüst birini pekâlâ öyle olmamakla itham edebiliyoruz. Kıt kanaat geçinen bir kimseyi başka türlü takdim edebiliyoruz. Başarılı bir edebiyatçıyı rahatlıkla başarısız olarak gösterebiliyoruz. Adil ve merhametli olduğumuz vakit, birçok sorun ortadan kalkacakmış gibi görünüyor.