Hepimiz Çobanız

“Hulkiciğim arkaya yaslan öyle konuş.” Hulki bir cümleyi bitirmeden diğerine geçiyordu: “Bunun neresi adalet Saim abi. Şu üstüme başıma bak. Akşam sabah ahır kokusu çekmekten boynuzlutekeye döndüm. Damperli kamyonu da sattı yedi. Babam onu okuttu yaban ellere gönderdi. Bir sürü para saydı. Beni ise dağ başına çoban yaptı.”

“O dediğin kim hele bir söyler misin? O dediğin kişi senin özbeöz kardeşin değil mi? Yaban ellere gitti diye yaban mı oldu?” Hulki peykeden doğruldu. Ne diyeceğini tam kestirememiş gibi duraksadıktan sonra tasarladığı cümleyi sanki bir kitaptan okuyormuşçasına karşılık verdi: “He ya, yabana giden yabandır gayri. O öğretmen ben çoban. Onun üstünde redingot, benim eğnimde çuval kumaşı pantol, çiçekli mintan. Hiç gravat ceketle aba bir olur mu Saim Aga?”

Saim gözlerini kıstı. Uçsuz bucaksız vadinin çiçeklerle bezeli dağ yamacına doğru bakarken bu güzellik karşısında Hulki’nin dert ettiği şeylerin ne kadar yersiz olduğunu içinden geçirdi. Bunu uzun uzun anlatsa da Hulki’nin anlamayacağını biliyordu. Sadece eliyle işaret ettiği yerleri ilk defa görüyormuş heyecanıyla yüzünü ona dönüp, “Şuraya bakar mısın Hulki!” diye seslendi. Saim’in işaret ettiği yerde hiçbir şey görememişti Hulki. Karşılara doğru boş boş baktıktan sonra, “Ben hiçbir şey göremiyorum” demekle yetindi. “İşte bu!” dedi Saim. Benim gördüğüm yerde senin bir şey görememen. Bütün mesele burada yatıyor.” İyi bir pozisyon yakalamış gibi “Sen de benim bir şey göremediğim yerlerde sürekli bir şeyler görüp duruyorsun ya!” diye karşılık verdi Hulki.

Saim çobanlıktan yetişme, şimdi hatırı sayılır miktarda bağ bahçe sahibi biriydi. Anne tarafından da Hulki ile hısımdılar. Edindiği onca varlığa rağmen mala mülke tamah etmeyen, kendini bir ortamda tanıtırken çobanlığını özellikle vurgulayan biriydi. Davar güderek güç bela ilkokulu bitirmiş, çok istediği hâlde sonrasını okuyamamıştı. Onun bir hayat düsturu vardı. Kendini hiçbir zaman yılgınlığa bırakmaz, “Kısmet beklenmez, yakalamak için peşine düşülür.” derdi. Çobanlık yıllarını bir tür kendini yetiştirme yıllarına dönüştürdü. Tabiat okulunun müdavim bir öğrencisi saydı kendini. “Ne işin var senin kitapla kalemle, çoban adamsın, kavalını çal kâfi!” diyenlere kulak asmamış hayvan güttüğü otlaklarda görünmeyen okulların öğrencisi olmuş, görünmeyen hocalardan dersler almıştı. Kendisine “Bu nasıl iş birader?” diye soranlara, “Birileri tabiatı içerden-yani dört duvar arası okullardan- bitirirken ben okulu dışarıdan -tabiatın tam orta noktasından- bitiriyorum. Anlayacağınız benimki sahici anlamda bir ‘açık öğretim’.” diye karşılık verirdi. Ayda bir at üstünde kitap satmaya gelen Danişment Sefer Efendi’den okuyacağı kitapları satın alır. Bir sonraki sefere de akşamüstü sürüleri ağıla götürdükten sonra okuduğu kitapları Sefer Efendi ile köy odasında mütalaa ederdi. William Shakespeare’in Macbeth, Venedik Taciri, Romeo ve Juliet ve Othello adlı eserlerini Sefer Efendi’nin atının heybesinde taşıdığı kitaplar sayesinde okumuştu. Üstelik ondan hemen para isteyen de yoktu. “Eline ne zaman para geçerse verirsin.” diyordu Sefer Efendi.

Okuduğu kitaplar o kadar çoğalmıştı ki Saim’in kulübesinin bir tarafına mütevazı bir “tabiat kütüphanesi” bile kondurmuştu. Çim Dere üstü mevkiinde “Düzler Vadisi” denilen yerde gidip Hulki’ye ne zaman uğrasa koltuğunun altında okuması için üç beş adet kitap da bulundururdu. Bir keresinde belki okur diye Cesare Pavese’nin Senin Köylerin isimli romanını yulaf torbasının üstüne bırakmış ve “Bak bunu mutlaka oku Hulkiciğim, hem senin gibi incecik bir kitap.” diye takılmış, fakat kitap oracıkta haftalarca kapağı açılmadan kalmış harap olmuştu. Hulki bir gün ona “Bana ecnebi kitaplar verme, vereceksen bari yazarı Türk olsun.” deyince, Danişment Sefer Efendi’ye bir sürü yerli köy romanı ısmarlatmış ve bu kitapları ona bizzat Sefer Efendi teslim etmişti. O tam kitapların parasını düşünürken Sefer Efendi hiç arkaya bakmadan atına binip çoktan uzaklaşmıştı bile.

“Ne tok insanlar var şu dünyada, parasını bile almadan gitti.” diye söylenmişti Hulki. Gıcır gıcır kitapları gölgelikte erik ağacının dibine özenle dizmişti. En çok Abbas Sayar’ın Yılkı Atı romanı ilgisini çekmişti. Eline alıp bırakmış okumaya cesaret edememişti. Kemal Tahir’in Sağır Dere romanı, Mahmut Makal’ın Bizim Köy, Yaşar Kemal’in Teneke, Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü romanları buram buram toprak kokuyordu. Kapağında dallarından gökyüzüne merdiven kurulmuş ağaç resmi bulunan ve diğerlerine göre daha ince olan romanı gözüne kestirmişti Hulki. Bu İsmail Karakurt’un çok okunan Dağın Dalları Meşe isimli romanıydı. Kitabın yazarının Yozgat doğumlu olduğunu okuyunca daha bir sevindi, ne de olsa ortanca bacısının kocası, yani eniştesi Yozgatlı idi.