Anadolu’da Yaban Olmak

Balkan bozgunu, Meşrutiyet, Tanzimat, Birinci Dünya Savaşı, Millî Mücadele yılları ve ardından yeni Türkiye’nin inşası… 1900’lü yıllarla başlayıp 1940’lı, 1950’li yıllara kadar uzanan, aslında çok da uzun diyemeyeceğimiz bir zaman diliminde yaşanan bu büyük kırılmalar, siyasi ve toplumsal gelişmeler hiç şüphesiz edebiyatı da etkilemiş ve en geniş şekliyle hikâyelere, romanlara yansımıştır.

Bazı yazarlar bu çözülmelere bürokrasinin yani merkezin, bazıları da taşranın gözüyle bakar. Mesela Tarık Buğra, Küçük Ağa’yla Millî Mücadele’nin kazanılmasında emeği geçen ancak sonra kolayca unutulan Çolak Salihlerin hikâyesini; Yağmuru Beklerken’le yeni siyasal düzenin Anadolu insanı üzerindeki etkisini taşranın içinden anlatır. Yine Samim Kocagöz ya da Attila İlhan siyasal gelişmeleri özellikle kırsalın gözüyle içerden izleyen, taşranın algılarını ve tepkilerini romanın içinde çözümlemeye çalışan yazarlardır.

Merkezin gözüyle kaleme alınan romanlarda ve hikâyelerde ise Yağmuru Beklerken’de ya da Dönemeç’te olmayan başka bir kaygı sezilir.

Yeni Türkiye, yeni bir insan modelini gerektirmektedir. İhmal edilmiş bir tabaka olan köylü ruhen kalkındırılmalı ve batıldan kurtarılmalıdır. İşte bu kaygı, merkez entelektüeli taşraya yöneltir. Ömer Seyfettin’in Yalnız Efe’sinde, Refik Halit Karay’ın Memleket Hikâyeleri’nde yazarlar taşrada gördükleri yoksulluklara ve yoksunluklara dikkat çekerler. Ve özellikle meşhur öğretmen figürleriyle bu yoksunluklar giderilmeye, Anadolu aydınlatılmaya çalışılır! Vurun Kahpeye’nin Aliye öğretmeni, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanının Feride’si bu amaca hizmet eder.

Anadolu’yu aydınlatma hamlesinde figür her zaman öğretmen değildir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ında öğretmen figürü İstanbul’dan gelen bir yedek subaya dönüşür. Birinci Dünya Savaşı’nda tek kolunu kaybeden ihtiyat zabiti Ahmet Celal, işgal kuvvetleriyle esir bir şehri andıran İstanbul’da yaşayamayacağını anlar. Eski emir erinin davetine uyarak onun Porsuk Çayı civarındaki köyünde yaşamaya başlar. Ancak her iki taraf açısından da acı verici bir karşılaşmadır bu. Köylüler için bu adam kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın başında her gün tıraş olan, sabah akşam dişlerini fırçalayan, kadınlar gibi saçlarını tarayan, geceleri sabahlara dek mırıl mırıl büyü yapar gibi bir şeyler okuyan “yaban”ın biridir! Ahmet Celal de Türk köylüsünün ruhunu durgun ve derin bir suya benzetir. “Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı balçık yığını mı bir yumuşak kum tabakası mı?” diye sorar. Onu keşfetmek mümkün değildir. Köylülerin “toprak” dışındaki her şeye, Millî Mücadele’ye bile kayıtsızlığını, temizlik sorununu, sakat gibi davranmalarını, kabalıklarını tarife sığmaz bir gönül bulantısıyla yadırgar. Ur gibi uzanan tepelerine, ılık bir cerahat gibi akan Porsuk Çayı’na, sonsuzluk gibi genişleyen zaman ve mekâna alışamaz. Ve gün geçtikçe daha iyi anlar ki taşra da kendisi için “yaban”dır. Dost olmak hayaliyle çıktığı bu yolda artık şu noktaya varmıştır: “Türk aydını, Türk ülkesi denilen bu engin ve ıssız dünya içinde bir garip yalnız kişiden başkası değildir.”

Ahmet Celal, sert bir kaya gibi yüzüne çarpan yalnızlığını, yabanlığını sorgular. Bunda kendinin, kendisi gibi olanların hiç mi suçu yoktur? Aydın kesimi, şimdiye kadar bu insanlar için ne yapmıştır ki şimdi onlardan utanmaktadır? Ne ekmiştir ki ne biçmeyi ummaktadır? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa hâlinde katı toprak üstüne attıktan sonra şimdi gelip ondan tiksinmek hakkı mıdır?

Yakup Kadri, Yaban’da merkez ve taşranın karşılaşmasından doğan bu soruların cevabını Ankara romanıyla vermeye çalışıyor gibidir. Sakarya Savaşı’na denk gelen, zaman bakımından iç içe geçen her iki roman aynı konu etrafında döner. Niyazi Akı’nın ifadesiyle “Yaban, nüfusunun çoğu köylü olan bir memlekette bu kitlenin hayat şartlarını, manevi durumunu, zavallılığının sebeplerini inceler; Ankara ise yine bu kitle de dâhil olmak üzere aynı kötü şartların devamına rağmen bir kalkınışın hikâyesidir.” Çünkü Ankara’da merkezi temsil eden Selma Hanım, Ahmet Celal’in aksine duygu bakımından taşraya nüfuz edebilmiştir.