“şiir, Şayet Şiirse, Doğurganlığını Hiçbir Zaman Kaybetmez. Anlamlar Doğurur, Çağrışımlar Doğurur, Taze ve İnce Hayaller Doğurur, Başka Şiirler Doğurur. Bu Başlı Başına Bir Annelik Durumu.”
Kitabın ortası evren, uçsuz bucaksız. Allah’ım ne çok şey var gökyüzünün bildiği! Ve ne çok şey biliyor toprağın altı. Ay bir oynak tay gibi gökyüzünden tanık, ırmak bir küheylan gibi yeryüzünden. Karıncalar kalbinden dünyaya doğru, karıncalar dünyadan kalbine doğru. Erikler sözcük açar, söğütlerin en ince dallarında su sözcük; mavi bulutlar sözcük, gri bulutlar sözcük, gürleyen gök, emen toprak, dişi yeryüzü sözcük... Yelelerini savurarak koşan at, köpürerek akıp gelen ırmak, yeşil başlarıyla kıvrılarak büyüyen ekinler, hiç girilmemiş ormanlar… Hepsi birer sözcük. Yasa şu: Her şey yaşamayı anlatır insana kendi dilince!
Doğa bir özgünlük mahşeridir, der Mehmet Aycı, çünkü “Bir çiçek aynı yerden açmıyor iki kere”. Her şey sonsuz benzerinin içinde ama kendi biricik özgünlüğüyle var olur kâinatta ve gider. Her şey sonsuz doğurganlık döngüsü içinde var olur ve gider. Şiir de tam olarak böyledir ve özgünlük mahşeri olan doğaya benzer. Anlamsız birtakım harflerin bir araya gelmesiyle oluşan kelimelerin, o kelimelerin bir araya gelmesiyle oluşan cümlelerin ve o cümlelerden oluşan dizelerin belki milyonlarca benzerinin içinde kendi biricikliği ve özgünlüğüyle, “yeni açmış bir çiçek tazeliğinde” sözün içinde var olmasıdır şiir. Bu yüzden iyi bir şiir oylumludur, dişidir, doğurgandır. İyi bir şiir, yeni anlamlar ve yeni manalar doğuran bir annedir.
Dilini ve şiirlerini doğanın diline ayarlamış bir şairdir Mehmet Aycı. Dünyaya hep neşeyle bakan ama dünyada olmanın acısını hiç unutmayan, sızlasa bile neşeli şarkılar söylemeye devam eden bir ruhla, hep tutkulu hep coşkulu hep içten…
İlk olarak size şöyle bir soru sormak istiyorum: Mehmet Aycı’nın, hayatını, hayatından öncesiyle ve şimdiyle kavrayan, anlamlı kılan şiiri kaç yaşındadır?
Bir defa şiir bazlı söylersek, o şiirin söylendiği tarihten başlıyor yaşı, diyebiliriz. İkincisi, o şiiri ben söyledim madem, ne zaman söylendiği önemli değil, kendi yaşından öncesinin yaşanmışlığını, yani benim yaşamışlığımı içkin, ben kaç yaşındaysam şimdilik benim yaşımda, diyebiliriz. Üçüncüsü, söz dünyaya dair bir şeyse, şiir söylemek dünyaya dair bir eylemse dünya kaç yaşındaysa şiir de o yaşta diyebiliriz. Dördüncüsü, her şeyin olduğu gibi sözün/şiirin de yaratılan bir “şey” olduğunu kabul edersek, yaratılma öncesine de ilmek atıyoruz bu anlamda, şiir dünyadan önce vardı, diyebiliriz. Numaralandırmayı artırabiliriz. Şairin kemikleri toprak olsa bile şiir yaşamaya devam ediyor. Tabii, Türkçede yaşlılık kelimesi hayatı içkin bir şey. Yaşarmak, yeşermek, yeşil, hepsi aynı aileden. Ne kadar “yaşlı” olursa olsun şiir hep taze.
Annem mevzun ve mukaffa söz söylerdi, ağıtları var. Babaannem de mevzun ve mukaffa söz söylerdi. Yani ölçülü ve uyaklı şiir söylerlerdi. Babaannemin ağıtlarından annemin hafızasında kalanları derledim, kitaplaştı onlar. Böyle bir ailede doğdum. Sözün hükmünü yürüttüğü bir yerdi her anlamda. Örneğin Karacaoğlan “Hak âşığı” kabul edilirdi. Şiirleri okunurdu. Dadaloğlu öyle kabul edilirdi. Ölçülü ve uyaklı söylemeyebilirsiniz, ancak ölçülü ve uyaklı söz söyleme melekesi başka bir öğrenme ve bilme biçiminin semeresi. Modern şiir için de öğrenilip aşılması gereken bir merhale. Yahya Kemal’in dediği gibi kafiye, insanın medeniyet namına ilk icadı. Böyle bir ailede doğmanın getirdiği bir “hayat”, bir “yaşlılık” var şiirimde.
Söylediğim dizeler dağlar gibi kayalar gibi ırmaklar gibi bin yıllık ardıç ağaçları gibi baharda köpüren doğa gibi tabii bir his uyandırıyorsa okuyanda, ne zaman söylendiği, kaç yaşında olduğu önemli değil. Kelimeler başka bir hayat kazanıyor o söyleyişte, okuyanın dilinde ve dimağında başka hayatlar… Nasıl yaş tahmini yapabiliriz?
Şairin poetikasını açıklayan ya da poetikasına dair ipuçları veren bazı dizeler vardır. Sizin bir şiirinizde de şöyle bir dizeye rastladım: “Unutursa bir anlık annesiz olduğunu/ Atından iner şiir…” Şöyle bir soru sormak istiyorum; şiiri, atının üzerinde koşmaya devam ettiren “annesizlik” nedir ya da şiirin annesiz olduğunu unutması ne anlama gelir?
Çıktığımız yeri, cenneti unutması mı kastınız? Benim kastım olacaktı. Bilmem. Düşünmedim. Sonradan anlamlandırıyoruz bazı şeyleri. Şunları söyleyebilirim: Bizi atlı kılan da adlı kılan da son tahlilde annemiz değil midir? İsmet Bey’in “sözlerimin anlamı beni ürkütüyor” dediği hâli iyi şairler hep yaşar. Sözlerimizin anlamı bizi ürkütür. Bu da öyle. Şiir, şayet şiirse, doğurganlığını hiçbir zaman kaybetmez. Anlamlar doğurur, çağrışımlar doğurur, taze ve ince hayaller doğurur, başka şiirler doğurur. Bu başlı başına bir annelik durumu. Bir de şiiri doğuran durumlar var. İç içe yani. Bir yönüyle ne kadar deneysel ve “yapıntı” olursa olsun metafizik olandan şiirin büsbütün uzaklaşması mümkün değil. Hem anneye bağımlıyken şiire ne ihtiyacınız var? O sizi emziriyor, koruyor, kolluyor. İlksel, var oluşumuza dair bir anlam çıkarabiliriz buradan. Dünyada olmak hâli biyolojik olarak anneye bağlı olsa da ruhumuz dünyadayken hep annesiz, hep annesiz.
Yazan insanların kâinatı ve eşyayı gözlemlemesi, okuması ve yorumlaması kaçınılmazdır. Ancak sizin şiirlerinizde daha farklı bir şey var; kâinat ve eşya yalnızca gözlemlenen, okunan yani edilgen bir tavırdan daha fazlasına sahip. Sizin ifadelerinizle, güneşten sözler iner, sulardan, yamaçlardan en bilge ağaçlardan sözler iner, bilge kuşlar uçuşur, erikler sözcük açar. Aslında o konuşur ve hatta bilgedir. Bu, kâinatı okumaktan daha farklı bir şey, daha üst bir duyuş biçimi sanki. Şiirlerinizde bir Kızılderili ruhunun kâinata bakışını hissettim, yoksa aşırı bir yorum mu bu?
Ben eskiden Kızılderili’ydim. Şaka bir yana, çocukluğum insanların doğanın dilini konuştuğu bir havzada geçti. Kızılderili olarak tavsif edilebilir insanlar arasında geçti. Bulut size bir şey söyler ve siz onu anlarsınız. Dağ size bir şey söyler ve siz ona karşılık verirsiniz. Dağ günün farklı dilimlerinde size farklı farklı bir şey söyler. İsmet Bey’den ödünç alırsak, su içtiğiniz tas size merhaba der. İçindeki su da merhaba der. Doğumu ve ölümü görürsünüz ve garipsemezsiniz; hayret içselleştirilmiş bir durumdur. Bir iç gözdür sizde. Para geçmez. Ürettiğinizi sizde olmayan, ihtiyacınız olan başka bir ürünle takas edersiniz. Bir dağ bitkisinin sekiz çeşit yemeğini yapabilirsiniz. Dil toprağa işlemiştir. Sizin boynunuz vardır, vadinin boynu vardır; sizin beliniz vardır, dağın beli vardır; keçinizin kuyruğu vardır, platonun kuyruğu vardır. Pastoral bir bakıştan fazlası bu. Gözünüzle suyun gözü arasında, alnınızın ışığıyla ay ışığı arasında bir aynılık kurarsınız. Bunların ne ölçüde etkisi var bilmiyorum. Bir de bizde doğa sembolizminin, meyve sembolizminin neye karşılık geldiği konusunda çalışma yapılmış değil. Bir süreğenlik vardır orada. Toprakta gece ateş böceklerine, ay ışığında parlayan Roma dönemi cam parçalarına ayrı anlam yüklersiniz. Masal anlatılan bir şey değildir, yaşanır. Orada hayat olanca sadeliği içinde çok boyutludur. Sırrın sıradan olması bir yanık izi gibidir ruhunuzun teninde. Aşırı yorum değil sizinki. Hem hepimiz Kızılderili’yiz. Etnograf kadına, Ayaşlı o kadınının söylediği gibi: Allah, insanı yaratmadan önce, kızıl toprağı, kara toprağı, beyaz toprağı karıştırdı, balçığı o karışımdan yaptı. İnsanlar bunun için renk renktir. Böyle inandığınızda kendinizi toprağa ve insana o kadar yakın hissedersiniz ki cennetle aranızda bir nefes vardır; bir nefes.
Aruzla, heceyle ve serbest şiirler yazmanıza rağmen gönlünüz sanki hep heceden yana. Kopuz sesi geliyor şiirlerinizden, Karacaoğlan kır atıyla dörtnala koşuyor, toy toplanıyor. Kullandığınız kelimelerden, yaptığınız atıflardan şifahi kültüre olan hâkimiyetinizi fark etmemek mümkün değil. Bu yalnızca okuyarak edinilecek bir birikim değil sanki ne dersiniz?
Bende hecenin yedili, sekizli ve on birli kalıpları kendimi bildim bileli bir yetenek olarak var. İrticalen bu kalıplarda manzume söyleyebilirim. Anne karnına düşmemden itibaren kazandığım bir aşinalık, aşinalıktan da öte meleke olmalı. Bu benim çocukluk “muhitimle” ilgili bir şey. Ancak Türk şiirine bütüncül bakma kaygısı taşıdım hep. Akademinin, müfredatın ayrım tuzaklarına düşmedim. Şifahi kültürden beslenmem, okumalarımda da bana yol gösterdi. Bir de hep sokakta hayatın içinde olmak, günahın iç sızısını, sevabın o avuç içi kadar heyecanlarını mütemadiyen duymak lazım. Sanıyorum hem şifahi kültür hem sokak hem kütüphanem besledi beni. Beslemeye de devam ediyor.
Bir yandan, dünyada olduğu için bizatihi acı çeken, sızlayan insanın derin kederi bir yandan da bütün bunlara rağmen dünyaya hatta ölüme aşkla, tutkuyla bakabilen insanın neşesi var şiirlerinizde. Bu kadar derin bir keder ve yoğun neşe aynı yerde konumlanabilir mi, bu duyuş ve düşünüş hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?
Şiirlerde yeterince dile getirmemiş miyim? Daha somutlaştırmaya çalışayım: Hepimiz yaralıyız. Bir defa yaralı olduğumuzun farkında olmamız gerekiyor. Kendi yaramızı sağaltmak istemeyebiliriz, başkaları bizi sağaltmak istese bile örneğin yaramızı kaşıyabiliriz. Kanatabiliriz. Yaramıza sözcüğün her anlamıyla bakmayabiliriz. Yaramızı sağalttığımızı sanabiliriz. Bir yanılgı! Yine de o sağaltma sürecinin, o nekahet döneminin kendine özgü bir tadı vardır: Neşe bu! Keder ise ne kadar iyileştirirsek iyileştirelim yaramızı, “ayrılık derdine yoktur çareler”. Asıl yara dünyada iyileşmiyor.
Şiirlerinizin toplamına baktığımda yoğun olarak kullandığınız iki imge dikkatimi çekti: At ve ekin. At; kısrak, yılkı, tay, küheylan gibi birçok hâliyle yer buluyor kendine. Sonra ekinler şiire keser, en çok ekinler bilir şiirin tarlasında dağ ne söyler turaca, Köroğlu’nun atı ekine basmaz örneğin; ellerinde başaklarla Hızır gelir ansızın ve onun da atı basmaz ekine. At ve ekin sizin için bir imgeden daha fazlası gibi. Bize biraz onlardan bahseder misiniz?
O kadar çok mu? Farkında değildim. Bizde “at” çalışılmadı yeterince. Ömrüm olursa en azından malzemeyi bir araya getirmeyi düşünüyorum. Rahmetli annem son günlerinde hayatına, biz çocuklarına dair konuştuktan sonra ölümünün yaklaştığından bahisle, “Bir at ile bir gölgeden savuştum.” demişti. Üzerine uzunca konuşulabilir. Şiirimdeki “atlı” kullanımları bağlamında değerlendirmek lazım. Bir yerdeki kısrak başka yerdeki kısrakla aynı olmayabilir. Bir yerdeki tay, yılkı, başka yerde başka mecazdır. Ekin, buğday, başak da öyle. Hem şiir de bir ekip biçme eylemi değil midir?
Şiir okumak da en az şiir yazmak kadar kaotik bir yapıya sahip sanırım. Belki de bu yüzden İsmet Özel Şiir Okuma Kılavuzu’nda şu soruların cevabını arar: Şiir nasıl okunur? Şiir okumanın anlamı nedir? Şiir okumayı bize gerekli kılan hakikat nedir? Ben bu soruları size sorsam siz neler söylersiniz?
“Issız acun kaldı mı?” Birisi ölüyor ve dünya ıssız kalıyor; birisi ölüyor ve ıssız dünya kalıyor. Metruk, terk edilmiş anlamını sonradan kazansa bile; tek kaçınılmaz hakikatten ölümün bizde bıraktığı izi, bir uçuruma dönüşen yalnızlığımızı nasıl dile getirebiliriz başka? “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” yani… Ne kadar şiir okuyan varsa, o kadar şiir okumayı gerekli kılan hakikat var? Benim hakikatimle sizin hakikatiniz aynı olamaz; andırabilir belki birbirini. “Benim ölümüm başka” çünkü, ölüm aynı olsa da. Hayatımın başka ve biricik olduğu gibi. İsmet Bey’in o yazıları şiir okuma bağlamında kendi yolunun, kendi hakikatinin kayıtları. “Derdim seni derdim seni/Anam olsa derdim seni/Alan olsa dertli başım/Verir dertsiz kordum seni” dizelerini söyleyen babaanneme bu şiiri söyleten neyse ancak ona yaklaşan şeyler söyleyebiliriz. Onun hayatı başka, bizimkisi başka çünkü, hayat “aynı” olsa da.
Sizce “türkü” şiire dâhil midir? Mehmet Aycı için hangi türkünün yeri ayrıdır?
Her türkünün yeri ayrı. Şiire dâhil demek bile sakil kaçabilir; bizim şiir külliyatımızın önemli bir kısmını türküler oluşturuyor. Bir şair türkü sözlerini taramadan Türk şiirini bütünüyle okudum diyemez. Hem o kadar besleyici ki pek çok akım oluşturma, poetika kurma çabasının türküler tarandığında nasıl acemice ve haberi olmadan iş kotarma eylemi olduğunu görebilirsiniz. İnce bir iç dikiş, bir kompozisyon bütünlüğü kurmak istiyorsa şair, kendi sesini bulmak istiyorsa bu alana mutlaka bakmalı. Millet olarak bizim hayatımızın şiirinin nabzı orada atıyor çünkü.
Son olarak size bazı kelimeler versem ve aklınıza gelen ilk çağrışımlarını sorsam...