İlahi kelamın özlü beyanına göre Allah, meleklere yeryüzünde halifelik misyonu yüklediği bir insan yaratacağını bildirdiğinde melekler insanoğlunun bozgunculuk yapma potansiyeline ve kendilerinin Allah’ı tespih ve takdis etmelerinin yeterli olacağına vurgu yaparak mukabelede bulunmuşlardı. Bu manzara karşısında Allah “Âdem’e eşyanın isimlerinin öğretildiğini” beyan ederek insanın önemli bir özelliğini meleklere tanıtmıştı. Bakara suresinde anlatılan bu anekdot insan-bilgi ilişkisindeki en kadim ve köklü paradigma olarak dikkat çekmektedir.
Bu hakikat öncelikle, materyalist tarih anlayışının varoluşun kökeni ile ilgili iddia ettiği ilkel, cahil, yabancı insan tasavvurunu geçersiz kılmaktadır. Çünkü ilk insan aynı zamanda ilk peygamber olarak yeryüzü hakkında ihtiyacı olan zaruri bilgilerle donatılmış hâlde yaratılmış ve dünyaya gönderilmiştir.
Diğer yandan ise söz konusu ayet insanın bilgiyi kullanabilme, nesneler arasında ilişki kurabilme, bilgi üretme ve geliştirme yeteneğine vurgu yapmaktadır. Böylece insan, kavram oluşturabilme ve medeniyet kurabilme imkânına sahip olmuştur. Aynı şekilde bilgiyi ve tecrübeyi biriktirme ve ilerletme yoluyla da icatlar yapabilmiş, bilimsel ve teknolojik devrimler gerçekleştirebilmiştir. Bu bağlamda insanı varlık dünyasında güçlü kılan en büyük imkânın bilgi olduğu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Dolayısıyla bilgi güçtür ve bilgiye sahip olan gücü elinde bulundurmaktadır. Tam da bu noktada bilginin işlevine, nesnesine, zeminine yakından bakmak gerekecektir. Özellikle ilim yolculuğunda “niçin” ve “neyi” sorularına verilen cevap hayati öneme sahiptir. Zira yolun kıymeti de menzili de sonu da bu soruların cevaplarına göre belirlenecektir.
İslam’ın son vahyi Kur’an’ın, ilk ayetinin “oku” emri ile başladığı herkesçe malum bir bilgidir. Ancak söz konusu emrin muhtevasının salt metinsel bir okuma olmadığını hatta sadece kariyer merkezli ve akademik bir okuma olmadığını ifade etmek gerekir. Nitekim vahyin geldiği coğrafyanın okuma yazma ve diplomatik kariyer bakımından önde gelen isimlerinden olan Amr b. Hişam cehaletin büyük bir örneği olarak nitelenmiş ve Ebu Cehil olarak tescillenmişti. Çünkü okumak öncelikle farkında olmaktı. Kendinin, evrenin farkında olmak ve varoluşun hikmetini kavramaktı.
Nitekim kendini bilen Rabbini bilecektir. Rabbini bilen ise varoluşun gayesini öğrenecektir. Bu yönüyle okumak yalnızca bir kitabın sayfalarında gezinmek değildir. Aynı zamanda evrenin harikulade tasarımı ve işleyişi içinden Yaratacıya giden yollar bulmaktır. Yerin ve göklerin varoluşunda, gece ve gündüzün art arda gelişinde mana ufkunu aydınlatan meşaleler görebilmektir. Her yağmur damlasında her kar tanesinde, tabiatın her zerresinde hakikate dair cümleler okumaktır. Her çiçeğin açışında her yıldızın geçişinde âlemlerin ötesine uzanan mesajlar bulmaktır. Bu bağlamda Kur’an-ı Kerim’de tabiata, evrene dikkatimizi çeken ve kevnî ayetler denilen ne kadar çok ayet vardır. Esasında evren, akıl ve gönül diliyle okunabilen büyük bir kitaptır. Bu kitabın alfabesi ise ibret ve hikmetle bakabilmektir. Vahyin kitabı Kur’an-ı Kerim ile kâinat kitabı beraber okunduğunda hakikate açılan yollar daha da genişleyecektir. Kalp ile akıl birbirini desteklediğinde insanın hayat serüveni daha dingin ve müstakim ilerleyecektir.
Bir başka açıdan, ilk inen “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” ayetindeki okumak fiilinin nesnesi boş bırakılmıştır. Yani “neyi” sorusunun cevabı verilmemiştir. Elbette bu, büyük hikmetlere mebni bir boşluktur. Böylece İslam okumaya alan açısından bir sınır çizmemiş, amaç açısından bir kayıt düşmüştür. Bu bilinç ve ufukla Müslümanlar yedinci yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar, fizikten felsefeye, tıptan edebiyata, matematikten astronomiye ilmin her alanında insanlığın öncüsü olmuşlar, ölümsüz eserler ortaya koymuşlardır. Hatta interdisipliner bir yaklaşım ve bütüncül bir sistemle bir âlim, birden fazla alanın temsilcisi olabilmiştir. En bilinen örnek olarak İbni Sina, modern tıbbın kurallarını belirleyen bir tıp bilgini olmanın yanında İslam felsefesinin büyük bir filozofudur.
Ayetteki “Rabbinin adıyla” ifadesi hayati bir kayıt olmanın yanında büyük bir ufuk ve paradigma da ortaya koyar. İslam düşüncesinde bilginin gayesini açıklar. İlim yolculuğunda niyet ve istikameti belirler. Nitekim bilmekten gaye, kişinin kendini ve Rabbini bilmesi, yaratılış gerçeğini ve gayesini idrak etmesidir. Dahası yeryüzünün imar ve ıslahı için çalışmasıdır. Güzel ahlakın ihyası, merhamet medeniyetinin inşası için mücadele etmesidir. Âlimin kıymeti ilmiyle hakkın, adaletin ve merhametin teminatı olmasındandır. Bilgisiyle insanlığın maddi ve manevi bunalımlardan kurtulmasına rehberlik etmesindendir. Bunun için âlimlerini kaybeden toplumlar yolunu da yönünü de kaybeder, cehalet girdabında kaybolurlar.