Yazma Cesareti: Ustaların İlk Adımı Yazma

Yazmak aslında bir konuşma biçimidir. Ama konuşmaktan farklı olarak uzun bir dikkat, çaba ve adanmışlık gerektirir. Çünkü kayıt altına alınmış sözün, sahibine olduğu kadar muhatabına karşı da gittikçe artan bir sorumluluğu vardır.

Bazı insanlar için yazmak, kaçınılması imkânsız bir sonuçtur. Kader, bütün rayları onlar yazabilsin diye itinayla döşer, çocukluğun ve çevresel etkenlerin art arda vuran dalgaları onları yazının kıyısına sürükler. Yaşadıkları, yaşamadıkları, gördükleri, görmedikleri her şey bu gayeye hizmet eder. Sonuçta kişi elinde kalemi, daktilosu veya klavyesiyle bir yolculuğun içinde bulur kendini. Gerisi ona kalmıştır. Dağlara mı çıkacak, kentlerde mi yaşayacak, emniyetli yerlerde mi vakit harcayacak, uçurum kenarlarını mı yoklayacak, bütün bunlar artık onun bileceği bir iştir. Bazıları içinse yazmak uzun çabalar sonucu elde edilen bir maharet, gürültülü muharebelerin nihayetinde kavuşulan bir kıyıdır. O kıyıya ulaşırken ne rüzgârın ne dalgaların imtiyazından yararlanılır. Yazının ve kitabın değer görmediği ortamlardan dişiyle tırnağıyla çalışarak sıyrılan birey, bittabi yürüyeceği yolu da kendisi belirler.

Yazmak her hâlükârda bir cürettir. Yazanın, kendisine ve insanlara dair söz hakkı olduğuna dair beyanını ihtiva eden bir talep. Bu talep esnasında kişi en çok kendisini inşa eder. Çünkü söz söylemenin, başkalarını yontan yanı kadar yazarı terbiye eden, olgunlaştıran bir tarafı vardır. Başlangıç için atılan ilk adımın ardından yolcuyu bekleyen o uzun yazma cehdi, neredeyse her yazarda farklı tezahür eder. Yazmak aynı zamanda dünyanın en bireysel en biricik eylemidir. İlk adım atıldıktan sonra kişi sadece birikimlerini belli bir disiplin dâhilinde kâğıda geçmekle kalmaz, meselelere bakışı da bir form, bir çerçeve ve zarafet kazanır. Kısa zamanda anlaşılır ki yazmak, rastgele bir edim değildir.

Başlama cesareti önemlidir. Bazıları o ilk adımı, hiçbir zaman atamaz ve kendi yaşamına dair büyük bir sorumluluğu ihmal etmiş olur. Bazılarıysa âdeta o adım için doğmuştur. Örneğin Necip Fazıl Kısakürek, şiire nasıl başladığını anlatırken bizi bir hastane odasına götürür. Annesini ziyarete gittiğini, orada beyaz yatak örtüsünün üzerinde siyah kaplı bir defter gördüğünü, şiirle dolu defterin kime ait olduğunu sorunca, bitişik yataktaki veremli genç kıza ait olduğunu öğrendiğini, o sırada annesinin kendisine bakıp “Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” dediğini aktaran Necip Fazıl, “Gözlerim hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: Şair olacağım! Ve oldum.” der. (Necip Fazıl, Çile, İstanbul: Büyük Doğu, 2010, s. 9) Türk şiirine felsefi, mistik ve estetik yönden güçlü şiirler armağan eden Necip Fazıl; roman, piyes ve hikâye türlerinde de üslup ve ifade zenginliği bakımından çağdaşları arasında öne çıkar. İlk eserlerinden itibaren yetkin bir dille yazması, elbette ki bir çocuğun hastane odasında kendi kendine verdiği kararla izah edilemez. Dedesi Hilmi Efendi’nin, dört beş yaşlarında okuma yazmayı öğrenen Necip Fazıl’ı dizine oturtup ona “Fuzuli Divanı”, “Hz. Ali Cenknameleri” ve menkıbeler okuduğunu; aynı çocuğun erken yaşlardan itibaren Fransız romanlarına müptela büyükannesi Zafer Hanımefendi’nin kütüphanesindeki eserlerden çok etkilendiğini biliyoruz. Öyle ki on iki yaşında Saint-Pierre’in Pol ve Virjini’sini, Alexandre Dumas’nın Kamelyalı Kadın’ınını, Michel Zevaco’nun şövalye romanlarını, hem de büyük tesirler altında kalarak okuduğunu üstadın bizzat kendisi anlatır. (Necip Fazıl, O ve Ben, İstanbul, Büyük Doğu, 1978, s. 16, 17, 21)

Yazmaya başlamak için kimi zaman bir anne kimi zaman bir öğretmen o hayati dokunuşun mimarı olur. Modern Türk hikâyeciliğinin satır başı isimlerinden Sait Faik, yatılı okuduğu lisede bir öğretmeni tarafından keşfedilişini şöyle anlatır: “Bursa Lisesi’nde onuncu sınıftaydım, edebiyat hocamız bir vazife yazmamızı istedi. Ben ‘İpekli Mendil’ isimli bir hikâye yazıp verdim. Ertesi ders, hoca bu hikâyemi bütün sınıfa okuttu. Neden okutuyordu bir türlü anlamamıştım. Meğerse hikâyeyi çok beğenmiş, sonra beni yanına çağırıp ‘Eğer böyle yazmaya devam edersen iyi hikâye yazabileceksin sen.’ demişti. İşte ilk bu şekilde yazmaya başladım. Hocam, bana daima cesaret veriyordu.” (Sait Faik, Bütün Eserleri, İstanbul, YKY, 2002, s. 1469, 1470)