Her şeyin bir ruhu vardır. Şehirlerin, mabetlerin, evlerin ruhu olur da insanın olmaz mı? Ne var ki son birkaç yüzyıldır dünya her tarafımızı sardı. Makine çağı olarak adlandırılan bu devirde ruhlarımız zarar gördü, tahrip oldu. Şimdilerde insan yorgun bir savaşçı gibi huzuru arıyor ve uzunca bir süredir uzaklaştığı dinî değerlere yöneliyor. Çünkü imanla inşa edemediği ruhun azap içinde olduğunu anladı ve yönünü yeniden vahyin rahmet yüklü mesajına çevirdi. Ancak bir sorun var ki kimilerimiz dinde aradığını bulamadığını ve bu nedenle inancından, ibadetlerinden uzaklaştığını ifade ediyor. Bu çelişkiyi çözmek mümkündür. Ama bunu dert edinmek ve ne olursa olsun Yüce Mevla’ya sırtını dönmemek kaydıyla…
İnanca dair sorgulamalar ve tartışmalar iç dünyamızda nasıl yankı uyandırır?
Dinin bir doktriner bir de pratik yanı vardır. Dinde doktrinler, ilkeler ve kurallardır. Bunlar onun anlam, hikmet ve gayeleridir. Pratikler ise ibadet ve ahlaka dair uygulamalardır. Din, asla salt bir felsefi düşünce değildir. O, hayatta karşılığı olan ve çeşitli pratiklerle uygulanması gereken bir sistemdir. Hâl böyleyken insanın dinde karşılaştığı anlam ve hikmetle ilgili soruların cevabını araması son derece doğaldır. Nitekim fikrî problemler çözülmediği müddetçe iman kalbe yerleşmeyebilir. Dinin insana kazandırmayı amaçladığı ahlak ve huzur da bu durumdan olumsuz etkilenir. Bu sebeple imanın doğru bilgi üzerine kurulması ve kalbe sapasağlam yerleşmesi önemlidir.
Bununla birlikte din bir tartışma aracı değildir. Onu sadece tartışma meclislerinin konusu yapmak, dinin varlık gayesinden uzaklaşmaya ve vesilesiyle elde edilecek manevi duygulardan mahrum olmaya neden olabilir. Mümin, dinde anlama çabasıyla birlikte, onu uygulamakla görevli olduğunu bilmelidir. Tıpkı sahabenin yaptığı gibi öğrendiklerini hayatına yansıtmalı ve bu konuda Hz. Muhammed’i (s.a.s.) örnek almalıdır.
Maneviyatımızda bir azalma olduğu düşüncesine karşı ne yapılabilir?
Şunu kabul edelim ki modern hayat çok hızlı, karmaşık ve yoğun bir tempoya sahip. Bu sebeple unutkanlıklar, dikkat dağınıklıkları, depresif hâller ve mutsuzluklar artık neredeyse normalimiz oldu. Bu hâletiruhiye maalesef inanç ve ibadetlerimizi de etkiliyor. Tam da bu aşamada din, iman, ibadet ve mukaddesat gibi manevi değerlerin iç dünyamızdaki yerini sorgulamak aslında olumlu bir adımdır. Çünkü bu bir dert edinmedir ve insan ancak sevdiği ile ilgili dertlenir.
Öte yandan zaman zaman hayatımızdaki iniş çıkışlardan kaynaklı duygusal tahrip veya yıkımlar ibadetlerimize yansıyabilir ve heyecanımız azalır. Ancak bu durum ibadetlerimizi terk etmemize neden olmamalıdır. Zira imanı besleyen en güçlü pratikler ibadetlerdir. İnsanı Allah yolundan alıkoymak isteyen şeytanın bir tuzağı da insanın ibadet alışkanlığını sekteye uğratmak ve zamanla ibadetlerden uzaklaştırmaktır. Aslında uzaklaştırmak istediği yaptığımız ibadetler değil Allah’tır. Mesela şeytan insana namaz konusunda şöyle vesvese verir: “Namazından ne anlıyorsun, anlamadan okuyor, bilmeden yapıyorsun, zevk almıyorsun. Ayrıca bir sürü günahın var, neden kılıyorsun ki!” Aslında bu bir kuruntudur ve namaz kılmaya başlayan birisini bekleyen en büyük tehlikelerden birisidir. Biz buna şeytanın sağdan yaklaşması diyebiliriz. Bir şeyi insana mantıklı gösterir ve onun aklını, kalbini çeler. Buna izin vermemek için sabır ve ihlasla ibadete devam edilmeli, sorunu çözmenin yolları aranmalıdır. Çözüm asla “terk” değildir. Nasıl ki aramızda bir sorun çıktığında sevdiklerimizi terk etmiyorsak, duygusal sorunlardan dolayı da Allah’ın ipini terk edemeyiz. İnsan, şeytanın vesvesesiyle değil, kalbinin sesiyle hareket ettiğine Yüce Mevla ona bir kapı açacaktır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) imanın tadını almak isteyen için üç özelliğe işaret etmiştir: “Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi kötü ve tehlikeli görmek.” Günümüzde bu hadis-i şerifi nasıl anlayabiliriz?
Bu hadis-i şerifte işaret edilenlerden ilk ikisi kalbe hükmeden sevgilerle ilgilidir. Bunu anlamak için zaman zaman kendimize şu soruyu sormalıyız: Bir Müslüman olarak huzuru nerede arıyor ve zamanımı en çok neye harcıyorum? Eğer hayatımızda mukaddesata merkezî bir yer vermiyorsak, imanın tadını tam anlamıyla almamız da mümkün değildir. Bu konuda peygamberler örnek şahsiyetlerdir. Mesela Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail’i (a.s.) kurban etmekle denenmesi, onların Allah sevgisi ve O’na teslimiyetlerinin büyüklüğü ile ilgilidir. Bu imtihan, ilahi sevgi karşısında hiçbir dünya varlığının kıymeti olmadığının örneğiydi.