Kuyudaki Şövalye

Sabah oluyordu. Her gün. Bir ulak aydınlığın mavi tozlarını gecenin üstüne serperken, insanlar bir sabahın elinden tutmak için uyanmayı seçiyorlardı, uyanmayı ve gözlerini açmayı. Oysa o, ellerine doğan karanlık sabahlarla bir başlangıcı anlamaya çalışıyordu. Gözlerini açmadan. Dinleyerek. Sezerek. Hissederek. Epeydir böyleydi. Gözlerini açıp kapamasıyla fark edebileceği bir gün döngüsü yaşamıyordu artık. Göz kapakları zifiri karanlığa çekilip açılan bir perde gibi kımıldıyordu sadece. Bu karanlık, zamanla içine yığılan irili ufaklı kuyuların mirasıydı ona. Birleşip onun için daha büyük bir kuyu inşa etmişler, bir karanlığı kenarından çekiştire çekiştire büyütmüşler ve onu ayaklarından kavrayıp usul usul aşağıya çekmişlerdi.

İnsan gözlerindeki ışığı kaybedince terk edilmiş bir evin ışığı kapatılan son odasındaki o hüznü taşımaya başlıyordu içinde. Dağılan bir şenliğin ardından sönen lambalar, eski bir yaşı uğurlarken üflenen mumlar, yüzlerdeki ışıltıların kaybolduğu fotoğraflar… Hepsi aydınlığın bitimsizliğine aldanan insana geçip gidenlerin, göçüp gidenlerin, yaşanmayıp yanından geçilenlerin karanlığını hatırlatıyorlardı. Hatırlıyordu. İliklerine kadar. Hatırladıkça geçmişi reddediyor, ânı eskitiyor, geleceği bir sisin ardına hapsediyordu. Zamansızlığın ateşi harlanıyordu durmadan. Ellerine bir karanlığın kurumları bulaşıyordu. Gövdesi o ateşin içine fırlattığı hayallerinin, geleceğinin ve ertelenmiş onca şeyin küllerine bulanıyordu baştan ayağa. Silkelendikçe kül zerreleri dağılıyor, havalanıyor, uçuşuyor, kuyunun ağzında birikiyordu.

Bir sabah serinliği değiyordu tenine. Sabah oluyordu. Devinim sürüyordu. Güneş göz kapaklarına o billur aydınlığını değdirmese de kendini ona duyurmak için çırpınan bir hayat akıyordu dışarıda. Kumruların diline sabah ezanından ince sesler düşüyordu, yeni bir gün saba makamıyla terennüm ediyordu hayat radyosundan, taze ekmek kokuları kuşatmaya başlıyordu şehri, babaların dağ gibi gövdeleri o ekmeklerin kokusu için telaşlanıyor, mutfakta tıkırdayan annelerin eteklerindeki çiçek kokuları taze çay kokularıyla harmanlanıyor, rüzgâr dağlardan devşirdiği binbir çiçeğin kokusunu getiriyor, çocuk cıvıltıları göğü dolduruyordu. Gökten güneşe bulanmış mavi bir huzme damlıyordu yatağına. Kirpiklerinde biriken rüya kırıntıları beyaz sabun kokulu yastığına dökülüyordu. Hayat ısrarla “Buradayım!” diyordu ona. “Buradayım. Kaldır başını. Hayata açılan bir oyuk bul kendine. O taş duvarlardan çek gözlerini. Yukarıya bak. Bak…”

Ama onun yukarıya bakmaya cesareti yoktu. Çünkü bakınca görememekten, gözlerinin içinin metruk bir ev gibi sessizleşmesinden korkuyordu. Öyle alışmıştı ki bu kuyuya. Boynunu öyle çok gömmüştü ki içine. Göğsüne öyle çok bastırmıştı ki bu karanlığı. Bir kabullenişin sığ sularından çıkmanın, bir alışkanlığın ağır yorganını üzerinden atmanın, bir kuyuya meydan okumanın yürek kabartan o cesur tınısını duyamıyordu içinde. Bir ışık demetinin, içindeki sayısız ayak izine, binlerce yaşanmamışlığa, onlarca pişmanlığa değip kendini ele vermesinden korkuyordu. Bir sorgu odasında yıllarca kaçtığı benliğiyle karşılaşma düşüncesi ürpertiyordu onu. Bir masada karşılıklı oturmak, kendi gözlerinin içine bakmak; bir kısmı kopmuş, yitirilmiş bir hayatın hesabını sormak bir dağı yerinden oynatmakla aynı zorlukta görünüyordu onun için.

O ışık masanın üstünden sarkan bir lambaya dönüşüp bir tanışıklığı ayyuka çıkardığında ve bir kuyunun konforlu yatağında gizlenen sipsivri dikenler uzayıp kalbine ulaştığında içinin delik deşik olacağını biliyordu. Dağılacağını da. Çünkü aşağıya yuvarlanan hakikatler etrafa çarpa çarpa, etrafı dağıta dağıta inerdi yere. Kuş tüyleri gibi kondukları bir hayatı gıdıklayıp usulca çekip gitmezlerdi. Her biri bir kaya edasıyla bir oyuğa yerleşir, en ufak sarsıntıda kımıldar, şimdi’nin canını acıtırlardı. Yanından geçip giden, kalbini sıyırıp geçen, bazen onu acımasızca ezen bu kayaların karşısında duramıyordu. Bir zırhla donanmaya muhtaçtı. Kalbi bir pencerenin önünde, olanlara dur diyecek bir şövalyenin yolunu gözlüyordu. Bilmiyordu. O şövalyenin nerede olduğunu; zırhının nerede, nasıl yapıldığını; ona nasıl ulaşacağını, karanlığa meftun gözleriyle onu nasıl tanıyacağını, bu kuyuya nasıl sarkacağını, inince kendisini kurtarmaya meyyal olup olmayacağını… Bilmiyordu. Sorular, sorular, sorular… Kuyunun ağzından binlerce soru işareti yağıyordu üstüne. Kancalar yara bere içinde bırakıyordu yüzünü. Buradan çıkamayacağını biliyordu. Buradan çıkınca onu bulamayacağını da. Kuyuda aramalıydı onu. Didik didik etmeliydi her yeri. Gerekirse taşları yerinden oynatmalıydı. Gerekirse onu karanlığın bağrından söküp çıkarmalıydı. Günlerce aradı, aradı, aradı… Bulamadı. Aradıkça ve bulamadıkça umutsuzluğa düşüyor, çaresizliğin kollarında uyukluyordu.