Söyleşi

“Yazının beni yalnızlaştırmadığı kesin ama kendi sesimi, söylediğim şarkıyı duyamayacağım kadar kalabalıklaştırmadığı da şükre sebep bir gerçek.”

SAFİYE GÖLBAŞI

Sebebi hiçbir zaman tam olarak bilinemese de bazı anlar sadece bizim içimizde bir kıpırtı başlatır, bazı kokular yalnızca bizi alıp götürür geçmişin tozlu sayfalarının arasında dolaştırır, bazı hâller başkalarına değil de özellikle bize dokunur, bazı kelimeler yalnızca bizim içimizde yankılanıp durur. Bizi birbirimizden ayıran ve hayatımızı bizim kılan şey işte bu bize özgü anlar, kokular, hâller ve kelimelerdir.

Bana kalırsa Safiye Gölbaşı için bu kelime “gitmek”tir. Gitmek kokusu, gitmek hâli, gitme anları… Gitmek ne görkemli kelimeydi benim için, yola çıkmak ne güzel fikirdi, dalıp giderdim uzaklara, der örneğin kahramanlarından biri. İki yanı ağaçlı bir yolda, elinde tahta bavuluyla rüzgârlı bir havada, eteğini savura savura uzaklara giden bir kız hayal eder hep. O kız, bütün yitiklerini o yolun uzunluğunda bulmak ister gibi tahta bavuluyla o neşeli, o geniş sofrada olduğu hâlde kök salamamış bir Tuba ağacı gibi yersiz yurtsuz ve tepetaklak durarak bütün öykülerin içinden geçer gider sanki.

Bu sayımızda, öykü yolculuğunu “yazmasaydım evimi bulamazdım” diyerek anlatan Safiye Gölbaşı’nın yaza yaza bulduğu o “eve” misafir olduk..

Bir ip cambazı var bir öykünüzde ve kendini bildi bileli boynunda asılı bir levha hissediyor: Kimsem yok. Ama artık ip boynunu kesiyor, taşımak istemiyor onu. Sonra bir gün bir gazeteci geliyor onunla sohbet ediyor. Anlatıcı orada diyor ki: “…sesinin kulağına çalınışından büyülenerek günler boyu konuştu konuştu. (…) Konuştukça bir çocuk doğurmuştu âdeta. (…) Nihayet yalnız değildi. Kimsesi vardı. Bir çocuğu, bir umudu, bir ihtimali, yeni bir sayfası…” Kendi sesini duymak, elinden tutacak birini yine kendi içinde bulmak. Ne dersiniz, bu doğum Safiye Gölbaşı’nın hayatında öykü ile gerçekleşmiş olabilir mi?

Yıllar yıllar önce okuduğum bir romanda -maalesef adını hatırlayamıyorum- yatağa mahkûm hasta bir genç kız vardı. Herkesten gizli bir kitap yazıyor, yazdığı sayfaları yastığının altında saklıyordu. Nihayet bir gün bitirdi. Artık başkalarıyla paylaşabilirdi. Yazar o anı şöyle anlatıyordu: “Yastığının altından bir tomar kâğıt çıkardı. İnci gibi yazısıyla hasta yattığı bu süre içinde tastamam bir kitap yazmıştı.” O gün bugündür, yastığın altından kitap hacminde ve değerinde bir tomar kâğıt çıkarmak, kendini kendinden doğurmaya, özünü bulmaya, kendinden rızaya dair bir imge olarak yer etti bende. O kızcağıza özendim. Onun bir tomar kâğıtla o doğumu gerçekleştirmesi gibi ben de bekledim; bir gün, sözünü ettiğiniz öyküm “İp”teki cambazın gazeteciyle konuşa konuşa kendini doğurması gibi bir şey yaşamayı. Ama samimiyetle itiraf etmem gerekirse o sükûnet ve barış ufkuna henüz varamadım. Pek özendiğim o ruh hâlini bir türlü yakalayamadım. Yastığımın altından şimdiye dek üç kitap yani üç tomar kâğıt çıktı ama o “bir tomar kâğıt” hâlâ çıkmadı. Bir gün çıkacak mı, nasıl çıkacak, açıkçası bilmiyorum.

Yazmasaydım evimi bulamazdım, diyorsunuz bir yerde. Yazarak bulduğunuz ya da vardığınız o “ev”e dair neler söylersiniz?

Çocukluğumdan beri yeryüzünde bir yolcudan daha fazlası, bir yabancı gibiydim. Yapabileceğim, yapmam beklenen hiçbir şey üstüme olmuyordu sanki hep sıkıntı ve arayış hâlindeydim. Bu hâlim dünyaya alışmama, onunla uyum içinde hareket etmeme, bulunduğum yere ait hissetmeme mani oluyordu. Ama yıllar içinde, yazdıkça, hayatla aramdaki uyumsuzluğun bu yazma vakitlerinde yatıştığını gördüm. Yazmak, kendimi yadırgamadığım bir işti, benimsediğim, elime yakıştırdığım, garipsemediğim bir iş. Kendime yazarak bir yer açtım, hem kendi hayatımda hem başka hayatlarda. Açtığım yeri sevdim. Bu yüzden evimi buldum dedim. Zira ev, içinde yadırganmadığımız, güvende olduğumuz, orada olmamızın doğal karşılandığı hatta orada olmamızın arzu edildiği en azından böyle olması gereken bir mekân. Bu tanımın benim için tam karşılığı ise kuşkusuz yazmak.

Yazmak Safiye Gölbaşı’nı kalabalıklaştıran bir süreç midir yoksa yalnızlaştıran bir süreç mi?