Rivayet odur ki Yahya Kemal, bir gün Beşiktaş’tan Taksim Meydanı’na doğru çıkıyormuş. Boğaz’ın sırtları malum... Yokuş yukarı yürümek şairi nefes nefese bırakmış. Nihayet biraz nefeslenmek amacıyla yol boyundaki pastanelerden birinin kaldırımlara koyduğu sandalyeye oturmuş. Onu fark eden garson anında yanı başında bitmiş ve “Ne alırdınız beyim?” diye sormuş. Şöyle bir bakmış Yahya Kemal, mendilini çıkarıp alnını kurulamış ve son noktayı koymuş: “Müsaaden olursa biraz nefes alacaktım.”
Özellikle Yahya Kemal’in boğazına düşkünlüğü ve o hantal gövdesi bilindiğinde, bu anekdotta geçen “nefes almak” deyiminin doğrudan kendi anlamıyla -yani dinlenmek, kendine gelmek anlamlarında- kullanıldığı anlaşılır. Ama söz konusu anekdotun kahramanı bir şair olduğuna ve şiir de çok anlamlılığın kapısını kendiliğinden açtığına göre, “Acaba ‘nefes almak’ deyimine başka anlamlar etrafında da yaklaşamaz mıyız?” sorusunu sormadan edemiyor insan. Hele ki bir imparatorluğun yıkılışına, yeni bir devletin kuruluşuna, Balkan Savaşları’na, Birinci Dünya Savaşı’na ve Kurtuluş Savaşı’na şahitlik etmiş nesle mensup olmasına rağmen şiirde bireyci yaklaşımlardan taviz vermemesi düşünüldüğünde; “Acaba ‘nefes almak’ deyimiyle şairin sanat anlayışı arasında bir bağ kuramaz mıyız?” sorusu da gelir akıllara.
Soruyu ortaya atıp kenara çekilenlerden olmak en azından dinleyen için tercih edilesi bir şey değildir. Ardında yeri zor doldurulan bir merak duygusu bırakır. Hâliyle madem atıldı ortaya yine iki soru, kendimizce bir cevabımız da var demektir. Ama o cevaba gelmeden önce, Yahya Kemal’in Üsküp’te başlayıp İstanbul’da son bulan hayatına ana hatlarıyla şöyle bir bakalım.
Asıl ismi Ahmet Agâh olan şair, 2 Aralık 1884’te Üsküp’te dünyaya gelmiştir. Annesi Nakiye Hanım, babası ise o dönem Üsküp belediye başkanı olan İbrahim Naci Bey’dir. Eğitim hayatı da Üsküp’te başlar. Sırasıyla Yeni Mektep, Mekteb-i Edeb ve Üsküp İdadisinde okur. Aile 1897’de Selanik’e taşınır, çok sevdiği annesini burada verem yüzünden kaybeder. 1902’de ortaöğretim eğitimi için İstanbul’a gönderilir. 1903’te birtakım siyasi baskılar sonucu Paris’e gider. 1904’te Sorbonne Üniversitesinde siyasi bilimler bölümüne kaydolur. Bu okulda özellikle tarihçi Albert Sorel’den etkilenir. Paris yıllarında bir taraftan da Fransız şiirini ve sembolist şairleri tanır. 1913 yılında İstanbul’a döner. Artık eğitimcidir. Darüşşafaka İdadisinde tarih ve edebiyat öğretmenliği yapar. Ardından 1916’da Darülfünunda medeniyet tarihi derslerine girmeye başlar. Yeni Türk edebiyatı kürsüsünü kuracak Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da bu vesileyle hocası olur. 1922’de Ankara’ya giderek Millî Mücadele’nin basın organı Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yapar. 1923-1926 arası Urfa’dan, 1934’te Yozgat’tan, sonrasında Tekirdağ’dan ve 1943’te İstanbul’dan milletvekili seçilir. Ayrıca 1926’da Varşova, 1930’da Lizbon ve Madrid, 1947’de Karaçi büyükelçiliklerine atanır. Nihayet 1949’da yurda dönüp emekliye ayrılır.
Hiç evlenmeyen ve ömrünün çoğunu otellerde geçiren Yahya Kemal, 1957’de yakalandığı bağırsak iltihabının tedavisi için Paris’e gider. 1 Kasım 1958’de İstanbul’da vefat eder. Mezarı o çok sevdiği İstanbul’un Aşiyan Mezarlığı’ndadır.
Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirle akrabalığı bir anlamda daha doğumuyla birlikte kurulmuştur. Zira annesi Nakiye Hanım, ünlü şair Lefkoçyalı Galip’in yeğenidir. İlk şiirlerini de Selanik’te, annesini kaybettiği günlerde Esrar takma adıyla yazar. İstanbul’a gelişinden itibaren de İrtika, Malumat gibi dergilerde Ahmet Agâh adıyla şiirler yayımlatmaya başlar. Yine aynı yıllarda Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, Yakup Kadri, Ahmet Haşim gibi isimlerle tanışarak edebiyat muhitlerine dâhil olur. Peyam gazetesinde Süleyman Nahdi mahlasıyla, dil ve tarih konulu yazılarını yayımlar. Ama ona has asıl şiirler, ilk kez 1918’den itibaren Yeni Mecmua sayfalarıyla okura ulaşır. Yine 1918 yılında, Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından Dergâh dergisini kurar. Daha sonra büyük bir üne kavuşacak Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurullah Ataç, Ahmet Kutsi Tecer, Abdülhak Şinasi Hisar gibi gençler de derginin kadrosunda yer almışlardır.
Yahya Kemal Beyatlı sağlığında hiç kitap yayımlayamaz ya da yayımlamaz. Onun şiirleri ve düzyazıları, ölümünden sonra eski öğrencisi Nihat Sami Banarlı’nın teklifiyle kurulan Yahya Kemal Enstitüsü’nün gayretleriyle kitaplaşır.
Şairin sanat anlayışını başlıca iki kol etrafında ele almak gerekir. Düzyazılarında dönemin sorunlarına duyarlı bir Yahya Kemal portresi çıkar karşımıza. Elbette dönemin en önemli sorunu Anadolu’nun işgali olduğundan, Millî Mücadele’ye ilişkin yaklaşımlarını düzyazıları aracılığıyla okumak mümkündür. Şiirlerinde ise anın gündelik meselelerine odaklanmak yerine, insanlığı daha geniş bir pencereden yakalamaya çalışan bir başka Yahya Kemal portresi vardır. Burada özellikle tarihe bir başka gözle baktığı görülür.
Yahya Kemal’in tarih anlayışının şekillenmesinde, Sorbonne Üniversitesinde derslerine devam ettiği Albert Sorel’in etkisi büyüktür. Sorel, Fransa tarihinin parlak günlerini anlatarak yeni nesilde bir tarih ve Fransa sevgisi uyandırmayı amaçlar. Yahya Kemal bir anlamda bu düşünceyi Türk tarihine uygular ve Osmanlı’nın klasik dönemine ait tarihî başarılarını şiirleştirerek tarih bilincini uyanık tutmaya çalışır. Ki günümüzde Osmanlı denilince akıllara daha çok o parlak devirlerin gelmesi, duraklama ve yıkılma süreçlerine geçildiğinde yaşananların ikinci planda kalması, biraz da Yahya Kemal anlayışının öğrencileri tarafından takip edilmesi ve yaygınlık kazanması nedeniyledir.
Ama Yahya Kemal’i tek başına, tarihî konulu epik şiirler yazmış bir şair kabul etmek sanat anlayışı yönüyle onu eksik anlamış olmayı itiraf etmektir. Zira Yahya Kemal, imparatorluktan millî devlete geçmek gibi sentezci bir dönemin ruhuna uygun olarak, çok sesli bir şiiri yakalamaya çalışmış sentezci bir şairdir.
Öncelikle Paris’te tanıdığı Fransız şiirinin ve sembolistlerin etkisine açık bir şairdir Yahya Kemal. Başta “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, “Siste Söyleniş”, “Mohaç Türküsü”, “Bir Tepeden” olmak üzere ünlü birçok şiiri yeni tarzda yazılmıştır ve bu tür şiirleri Kendi Gök Kubbemiz kitabında bir araya getirilmiştir. Eski Şiirin Rüzgârıyle ismiyle kitaplaştırılmış şiirlerinde ise geleneksel üsluba bağlı bir başka Yahya Kemal çıkar karşımıza. Divan edebiyatı ruhuyla yazılmış bu şiirlerinde gazel, selimname, musammat, şarkı gibi divan edebiyatına özgü biçimleri kullanır. Ayrıca klasik üslupta rubai yazan son şairlerden birisi olur. Ölçüde ise tercihini, -heceyle yazdığı “Ok” şiiri hariç- hem yeni hem de eski tarz şiirlerinde aruzdan yana kullanır.
Şimdi dönelim en başa, hani şu “nefes almak” deyimi etrafındaki sorulara cevap arama meselesine.
Öncelikle Yahya Kemal ve o dönemde yaşamış nesil, çok zor bir döneme tanıklık etmişlerdir. Arasına, -etkilerini fazlasıyla hissettikleri Birinci Dünya Savaşı da girmek kaydıyla- oldukça büyük kırılmaların, toplumu derinden etkileyen travmaların birer parçası olmuşlardır. Böylesi bir ortamda edebiyat, gerek bireylerin gerekse toplumun psikolojik dengesini sağlamada önemli bir sağaltıcı güç işlevini üstlenmiştir. Bu anlamda Yahya Kemal merkezinde “soluk almak” deyiminin, gündem dışı konular işleyerek şiire bir anlamda sığınma, dinlenme, şöyle bir kendini toparlama gibi anlamları içerdiğini de söyleyebiliriz.
Elbette bu anlamların arasına “kaçış” isteğini ekleyemeyiz. Zira “kaçış” şiir söz konusu olduğunda, gerçeklerin acı yüzünü hepten yadsıyarak sadece şiirle avunma anlamına gelecektir. Yahya Kemal’se düzyazıları ve konferansları aracılığıyla o acılıkla yüzleşmiştir. Fakat hem yeninin hem eskinin güzelliklerini kabule daima açık şiir kapısını, biraz da şimdinin meselelerinden uzaklaşıp nefes alabilmek için aralık tutmuştur.
Tabii şu da var: Her şairde şiirin aynı sağaltıcı işlevi yerine getirdiğini söyleyemeyiz. Özellikle de gözümüzün önünde Mehmet Akif gibi bir örnek dururken. Mehmet Akif 1925 sonrası yazdığı şiirlerini Gölgeler kitabında bir araya getirmiştir. Gölgeler’deki şiirleri okuyan dikkatli bir göz, bu şiirlerin önceki kitaplardaki şiirlerden hayli farklı olduğunu görecektir. Balkan Savaşları’ndan Çanakkale Savaşı’na, Berlin seyahatlerinden Necid Çölleri’ne, İslam dünyasının genel durumundan ideal bir nesil arama gayretine tamamen dış dünyaya açık, çağının sorunlarına duyarlı Mehmet Akif’in yerine; daha kendi içine yönelmiş bir başka Mehmet Akif vardır karşımızda. Nitekim dostlarından biri bunu Akif’e, “Üstat, yoksa vadi mi değiştiriyorsun?” diye soracaktır. Kastettiği, toplumsal olandan bireysel olana mı geçtiğidir. Mehmet Akif’se baştan beri vadisinin bu olduğunu ne var ki içine doğduğu şartların asıl vadiyi anlatmasına bir türlü fırsat vermediğini ifade eden sözlerle cevaplayacaktır soruyu.
Yani karşımızda iki şair duruşu var: İlkinde şiiri sığınak kabul eden Yahya Kemal; ikincisinde şiirini bile silaha çeviren, orada bile mücadelesini sürdüren Mehmet Akif. Elbette Millî Mücadele’de doğrudan yer alan ve bu milletin Millî Marşı’nı yazan Mehmet Akif 1922 seçimlerinde aday gösterilmezken Ankara’ya ancak mücadele bittikten sonra gelmiş Yahya Kemal’in Urfa’dan milletvekili seçilmesi, biri Mısır’a gitmeye mecbur bırakılırken diğerinin Varşova’ya büyükelçi olarak atanması gibi insani merkezde yapılabilecek başka karşılaştırmalar var. Fakat şiir işin içine girdiğinde seçimlerinin ne Yahya Kemal’in ne de Mehmet Akif’in şiirlerine halel getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yahya Kemal biraz nefes alabilmek için uğrayarak Türkçenin en güzel şiirlerini yazdı; Mehmet Akif şiirinde bile mücadelesini haykırarak o büyük şiire ulaştı.
Son sözümüz “Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir.” diyen Yahya Kemal Beyatlı’dan gelsin: