Otelin penceresinden şehri seyrederken ilk olarak şehrin her tarafından rahatlıkla görülebilen II. Hasan Camii ve minaresi göze çarpıyor. Okyanusla şehri birbirine bağlayan deniz feneri gibi. Sokak aralarından akan hayatı seyredince şehirle ilgili genel bir düşünceniz oluşuyor. Okyanusun kenarındaki dev limanlar gemileri yutuyor âdeta. Kare biçimde minareler yükseliyor şehirde. Sokak aralarından yükselen sesler Kazablanka’nın müziğini oluşturuyor.
Atlas Okyanusu’nun kıyısındaki bir tepeye Berberilerin küçük bir köy oluşturarak yerleşmesiyle başlamış şehrin hikâyesi. Yerleşim yeri büyümüş. Portekizliler tarafından yakılmış. 18. yüzyıl sonlarında başta İspanyol tüccarlar olmak üzere bazı ülkelerden gelen Avrupalılar yerleşmiş şehre. İspanyollar İspanyolcada “beyaz ev” anlamına gelen Casablanca adını vermişler. Halk arasında “Kaza” diye kısaltılarak telaffuz ediliyor. Fas’ın ticaret ve sanayi başkenti. Turistlerin en uğrak yeriyse Kordon Bulvarı. Geniş ve düzenli caddelerin iki tarafı palmiyelerle süslü. Binaların çoğu beyaz ya da kirli beyaz. Muhtemelen okyanus rüzgârının taşıdığı kumların kirletmesiyle oluşmuş kirli bir beyazlık. Tabii her şehirde olduğu gibi şehrin iki yüzü var. Şehrin dokusunu, mimarisini ve kültürünü İslam, Fransız, İspanyol ve Afrika kültürlerinin sentezi oluşturmuş. Kare biçiminde camiler, oymalı pencereler, işlemeli revaklar, köşeleri oyulmuş taş duvarlar, palmiyeler, meydanlar ve kafelerde bu sentezin izlerini görmek mümkün. Kazablanka doğu ve batı arasında bir durak şehir. Araplar arasında “Darul Beyza”, Batı dünyasında ise “Casablanca” şekliyle adlandırılıyor.
Şehri gezmeye okyanus kenarından başlıyoruz. Cami sizi hemen içine çekiyor. Dünyanın en büyük üçüncü camisi olarak bilinen II. Hasan Camii, okyanusun hemen kıyısında yer alıyor. Caminin dörtte üçü okyanusa dolgu yapılarak inşa edilmiş. Namazlarda iç mekânda 25 bin, avlusunda 80 bin kişi saf tutabiliyormuş. Caminin minaresi 210 metreyle dünyanın en yüksek minaresi. Camiyi Fransız mimar Michel Pinseau tasarlamış, inşaatı uzun yıllar sürmüş. 1993’te ibadete açılmış. Arkadaşımın verdiği bilgiye göre cuma günleri hutbeden önce üç farklı müezzin tarafından Fas makamı, Suudi Arabistan makamı ve İstanbul makamı olmak üzere üç farklı makamda iç ezanlar okunuyormuş. Caminin bahçesine oturup okyanusu ve ilerdeki deniz fenerini seyredenleri izliyoruz. Keyifleri yerinde. İçeri giriyoruz. Devasa büyüklükte. Bir yapı olarak sanat eseri. Caminin dışında ve içinde her bir dokunuş el işi. Okyanusa bakan kemerli pencerelere, ahşap oymalara, tavandaki mukarnas işlemelere ve uyumlu renklere bakmaya doyamıyorsunuz. Caminin içi, kuzey duvardaki cam kapılardan ve caminin ortasındaki açılır kapanır cam tavandan içeriye dolan ışıkla aydınlanıyor. Gezdikçe rahatsız olduğum bir duyguya kapılıyorum. Caminin içinde dinginliği engelleyen bir hava var. O kadar detay var ki bir katedrali andırıyor. Camiden çıkarken yanımızdakilerden biri, caminin bu denli büyüklüğü namazdan koparıyor sanki insanı, diyor. Vakit namazlarının çoğunu sokak arasındaki küçük mescitlerde kıldığını ve bunun ona kendisiyle baş başa kalma imkânı verdiğini söylüyor. Avludaki farklı renkli geometrik desenli seramik kaplamalar, kalem işi ahşap tavanlar, avlunun çevresine yerleştirilmiş çeşmeler ve sekiz köşeli fıskiyeler de mağrip kültürünün izlerini taşıyor. Özellikle turistler rengârenk çeşmelerin başında fotoğraf çekmek için uzun süre sırada bekliyor.
Kordon boyunda, bir çizgi gibi suyla karayı ayıran yoldan yürüyoruz. Kıyının sahil uzunluğu yaklaşık üç bin metre civarındaymış. Bir kafeye oturuyoruz. Okyanusun sakinleşmiş hâlini seyrediyoruz. Kıyının sessizliğini ve beyaz köpükler çıkartarak bir çizgi hâlinde kıyıya paralel vuran dev dalgaları izliyoruz. Karşısı Avrupa. Kazablanka, Doğu ve Batı arasında ara bir form. Kültüre de yansımış düşünceye de. Dalıyoruz ikimiz de. Arkadaşım sessizliği bölmek için Casablanca filminin o unutulmaz repliğini söylemeye başlıyor. “Bir kere daha çal, Sam. Eski günlerin hatırına… Onu çal Sam. Hadi… ‘Zaman geçtikçe’ çal… Sana mırıldanırım.”
Biraz ileride film platolarının olduğunu söylüyor. Film çekmek için buranın avantajlarından bahsediyor. Açık havada güneş ışınları yere dik geldiği için gölge yapmıyormuş. Dolayısıyla gölgelenmeyi engellemek için ilave ışık kullanmaya gerek kalmıyormuş burada. Doğal ışık görselliğin kalitesini arttırıyormuş. Her ne kadar bu şehirde değil bir platoda çekilmiş olsa da Casablanca filmini burayla özdeşleştirmemek mümkün değil. Aklıma filmden bir replik daha düşüyor.
“- Dün gece neredeydin?
- Çok zaman geçti, hatırlamıyorum.
- Bu gece buluşacak mıyız?
- O kadar uzak bir istikbale dair plan yapmam.”