Seni şehre yolluyoruz. Bilmediğimiz o kapının ardındaki hayallere, güzel olduğundan en ufak şüphe duymadığımız yarınlara uğurluyoruz. Sen küçüksün, ben daha da küçük. Annemin saçlarında beyaz yok henüz, babamın gözleri her zamankinden daha koyu mavi. Sen artık şehirde okuyacaksın. Bundan sonra seni daha az göreceğiz ama ne gam, sen okuyup büyük adam olacaksın. Bize düşen görev belli; seni görmeden, seninle gurur duyarak sızlayan yanlarımızı acemi bir telaşla yok sayacağız. O kadar da olsun artık, yeni yetme bir heves içimizde. Gurur duymanın keyfini, özlemenin sızısından şimdilik daha büyük sayacağız.
Ev çok kalabalık. Dedem, babaannem, amcam, yengem ve biz. Ama onun yüzünde güneşin batışı gibi yanık bir hüzün. Annem kalabalık içinde bile tenha. Ve annem, artık ne yapılsa nafile, çoktan gücendirilmiş sessiz bir gölge.
Babam. Babam yeni gelmiş şehirden. Yorgun ama gururlu. Sana valiz almaya gitmiş Şükrü amca ile birlikte. Şükrü amca ortaokula kadar okumuş, devlet dairesinde tam yedi yıl kâtiplik yapmış. Sonra iftira atmışlar Şükrü amcaya. Hikâyenin gerisini bilen yok. Şükrü amcanın yüzü, soğuk vurmuş bir çiçeğin öylece bükülen boynu gibi. O yedi yıl, Şükrü amca ve köylü arasında hükmü geçmiş ama demir soğukluğu baki kalmış, hiç durmadan sallanan bir madalya gibi.
Biliyorum babam da akıllı adam ama Şükrü amca daha çok şehir görmüş. İşte bu sebeple valizin en iyisini Şükrü amca seçer. Yarıda kalmış her ne varsa şu heybetli mavi gök altında, hepsinin sızısını, en iyi Şükrü amca bir bayram sevinci gibi fazla şaşaalı sesinin içine ustalıkla gömer. Boşuna değil, babam da akıllı adam ama en çok şehir görmüş hâliyle Şükrü amca valizi babamdan bile daha iyi seçer.
İşte annemin aldıktan sonra kıyamayıp ancak üç ay sonra serdiği, yeniyken bile eskimiş gibi yorgun görünen o kırmızı halı. Halının üzerinde, poşetinin içinde ışıl ışıl kumaşıyla herkesi kendine baktıran valiz. Dahası valiz şifreli. Şifre mi? Öyle tabii. Köyde kimse de yok. Helali hoş olsun, zaten köyde şehre okumaya senden başka giden de yok.
Her şey iyi güzel de babam geçmiş yine o köşeye. Hani şu yağmur yağmadığında mavi gözleri keder dolu, tahta bir pencere önünde göğü, hayatı ve imtihanını seyrettiği köşe. Şehirden özel rica ile gelmiş, ölçüsü tam tutturulamadığı için altlardan hafifçe açık kalan, tüm kusuruna rağmen annemin bu eski evde, kırmızı halıyla birlikte tutunduğu tek güzel şey gibi gözünden sakındığı beyaz tül perde ve o perde bir o yana, bir bu yana salına salına uçuşurken efkârı içimize içimize iyice üfleyen, babamın bazen çocuk bazen yetişkin bazen de koskoca bir boşluk olduğu o yere.
Kaldırmış babam yine tahta pencerenin macunu çoktan kuruduğu için titreye titreye açılan camını, oturuyor. Gözlerinde Şükrü amcanın şaşaalı sesinin izi yok, yeni olan ancak hiç yeni gibi olamayan kırmızı halı yok, şifreli valiz yok. Şehirden binbir zorluk ve rica ile gelmiş beyaz tül perde yok. Tüm sevinçlerin sesi kısılınca geride kalan o sahici hüzün var. Öyle anneminki gibi belli değil, daha derine batmış, daha çok canı yanmış gibi. Çünkü daha çok küçüksün, şehir uzak, elinde şifreli valizin ve gidiyorsun.
Şifreli valizin elinde kocaman, sen küçücüksün. Saçların bakır rengi, gözlerin sanki gri, yürürken ikide bir arkana dönüp duruyorsun. Annem ışıkları sönmüş bir şehir. Babam sen elini öperken yeniden yeşermiş ulu bir çınar. Senin gözlerin ha yağdı yağacak bir bulut. Bin defa tembih edilmiş nasihatlerin tekrarını artık duymuyorsun. Aman paranı iyi sakla, herkesi kendin gibi bilme, derslerine muntazam çalış. Baban harman kalkınca zaten gelecek yanına. Giderken giyerim diye şimdiden verdi siparişini Terzi İlyas’a. Kim bilir nasıl da itinayla asacak yeni kahverengi ceketini otuz yıllık eski gardıroba. Hem sonra sen de gelirsin köye karneni alınca. Telaş etme, babam Şükrü amcayı yine yanına alır, seni getirmeye gider garajlara. Hem de köy minibüsünün vakti gelmeden babam seni götürür şehirde okuyan oğlum güzelce yemek yesin diye şöyle afilli bir esnaf lokantasına.
Hayır, hayır, hayır küçük adam, sakın ağlama…