Selmin Hanım camiye açılan sokağı nerdeyse üç kez dolaşmış, kaygı, tedirginlik ve öfkeyle biraz evvel yanı başında ilgiyle tarihî mezar taşlarına bakan küçük kızını kaşla göz arasında kaybetmişti. Pazarın içerisinde nefes nefese yürürken kenarda yavru tavşan satıcısının yanında dikilen kırmızı kazaklı çocuğu kızı sanıp seslendi: Rümeysaaa! Kırmızı kazaklı kız sesin geldiği yere doğru baktı. Selmin Hanım kızın kendi çocuğu olmadığını anlayınca bir müddet olduğu yere çöküp kaldı. Cami avlusuna bakmadığını hatırladı. Hemen kalkıp dış duvarı takip ederek caminin ana kapısından içeriye girdi. Sağa, sola, öne, arkaya baktı. Dışarıya açılan son cemaat yerine ulaştığında şadırvanın hemen karşısındaki çınar ağacının gövdesine yaslanmış kırmızı kazaklı kızın kendi kızı olduğunu fark etti. Bu sefer yanılmış olamazdı. Kız, hemen önündeki şadırvanda torununa abdest almayı öğreten dedeyi seyretmekle meşguldü. Dede ne yapıyorsa torunu aynısını tekrarlıyordu. Rümeysa ders dinler gibi dikkatle dede ile torununa odaklanmışken karşısında birden annesini telaş içinde görünce şaşırdı.
“Ödümü kopardın Rümeysa, kızım nereye kayboldun? Burada ne arıyorsun?” diyebildi annesi.
“Şu pamuk sakallı dede torununa abdest almayı öğretirken ben de onları kenardan izliyordum anneciğim!” diye karşılık verdi Rümeysa.
Anne Selmin Hanım dede ile torununa dikkatle baktı. Abdest sanki dededen toruna geçiyor gibi sâriydi.
“Sen bunları mı seyrediyordun bu kadar zamandır?”
“Yok aslında, dalıp gitmişim. Onların abdestlerini bitirmesini bekledim anneciğim.”
“Onların abdestinden sana ne kızım, işin mi yok senin?”
“Öyle deme lütfen anneciğim. Erkeklerin böyle yerlerde abdesti öğreten babaları ve dedeleri oluyor da biz kızların çeşme başında bir öğreticisi neden olmuyor? Dede erkek torununa bunu şadırvanda öğretirken ben de çınarın yanından bu sayede abdest almayı öğreniyordum.”
Selmin Hanım kızına cami merdivenlerinin altındaki kadın abdesthanesi tabelasını gösterdi ise de kızı hiç oralı olmadı. Aklı çınar ağacının gölgesindeki şadırvanda kalmıştı. Dedesi her defasında torununa “Bakalım bu sefer hiç eksiksiz ve yanlışsız abdest alabilecek misin?” diyerek abdest almayı oyunlaştırıyor, çocuk yeniden, aynı heyecanla kollarını ve paçalarını sıvıyordu. Üstelik abdest almayı hiç yanlışsız başardığında dedesi hırkasının cebinden iğde ve dut kurusu karışımı kuruyemiş kese kâğıdını torununa uzatırken bir yandan da gömleğinin cebine el harçlığını da kıstırıvermişti. Rümeysa durduğu yerden bütün bunları görmüş, yaşadığı bu güzel sahnenin seyircisi olmaktan dolayı şimdi içten içe burukluk yaşamaktaydı. Dedesinin biri o bebekken ölmüş diğeri ise Gümüşhane’nin bir köyünde tek başına hayat sürmekteydi. Hem dedesi yanında olsaydı bile şadırvanda onunla abdest alması mümkün olur muydu hiç?
Caminin avlusu hayli geniş. Güvercinler ürkek biçimde daha konmadan havalanıyorlar. Selmin Hanım kızının elini sımsıkı tutmuş. Kaybolacağından değil boş yere bir sürü aratmasın diye. Minaredeki tıkırtı ve ses kırıklarından ezan hazırlıkları olduğu anlaşılıyor. Müezzin “Allahu Ekber” nidasını öyle kuvvetli kavrıyor ki hiçbir kulağın ona bigâne kalabilmesi mümkün değil. Herkes ve her şey sanki birden ağırlıklarından boşalıyor. Uzun bir otobüs yolculuğundan sonra terminale ulaşmış gibi bir rahatlama var herkesin yüzünde. Güvercinler bile bir zikre bir ağızdan iştirak eder gibi bir anda yerlere konuyor, sanırsınız rızıklarını ezan sesiyle buluyorlar. Rümeysa sıkıldığını hissettirircesine annesinin avuçlarından elini kurtarıp bir adım öne geçerek soruyor:
“Anneciğim ezan nedir?”
“Ezan bir çağrıdır yavrucuğum.”
“Kimi çağırıyor peki? Hem neye çağırıyor?”
“Ezan Müslümanları namaza çağırmak içindir. Namaz, kul ile Allah arasındaki en güçlü bağdır. Günde 5 kez Yüce Yaratıcımızın huzuruna çıkarız.”
Bu kez Rümeysa annesinin elini sıkıca tutarak cami kapısına doğru yönlendirmeye çalıştı.
“Haydi o zaman anneciğim, çağrıya uyup biz de Allah’ın iki kulu olarak camiye gidip namazımızı kılalım! Ne duruyoruz?”
Selmin Hanım kızının bu sürpriz çıkışı karşısında şaşırmıştı. Ne cevap vereceğini bilemedi.
“Biz sonra kılarız Rümeysacığım, hem evimizde kılarız daha iyi olur.”
Rümeysa annesinin bu konudaki çekingenliğinden bir şey anlamamıştı. Hızlı adımlarla kadınlar için tahsis edilen abdesthaneye yürüdü. Selmin Hanım çaresiz kızının isteğine boyun eğip onun arkasından gitti. Onu, bir kenarda abdest alıyorken hiç hissettirmeden izlemeye koyuldu. Kızının bütün uzuvların sıralamasını ve kaç kez yıkanması gerektiğini eksiksiz yerine getirmesi karşısında tarifsiz mutluluk duydu. Rümeysa abdestini bitirmiş tam kurulanmaya yöneliyordu ki annesinin elindeki havlu mendili kendisine uzattığını fark etti. Annesinin bu jestine tebessümle karşılık verdi. Ne de olsa annesi onun tebessümünü hiçbir şeye değişmezdi. Gülüşü başkaydı. Ne vakit tebessüm etse çağla yeşili gözleri daha bir irileşip ışık saçardı. Anne-kız çağrıya uymak için gerekli hazırlıkları yapıp camiye yöneldiler. Cami kapısının önündeki küçük kulübeden başörtülerini alıp başlarını güzelce örtüp içeriye giriyorlardı ki ayaklarını sürüye sürüye farza yetişmek için acele eden orta yaşı hayli geçmiş bir adam eliyle dışarıyı işaret edip iç kapıyı anne ile kızının üzerine kapatıverdi. Küçük kız bu kez daha bir cesaretle kapıyı açtı ve kadınların namaz kılmaları için ayrılan mahfile doğru gidiyordu ki deminki adam bunu fark edip anında namazı bozarak hışımla anne-kızın yanına gitti, bağırmaya başladı:
“Hanım hanım! Size kaç kez söyleyeceğiz namazınızı burada kılmayın diye. Lütfen gidin ibadetinizi evinizde yapın!”
Rümeysa bütün incelik ve nezaketiyle adamdan müsaade istedi:
“Amcacığım hemen şurada namazımızı kılar hemen çıkarız. İnanın kimseyi rahatsız etmeyiz.”
Selmin Hanım böyle bir şeyle karşılaşacağını tahmin ediyordu. Çünkü daha önce birkaç kez bu tür engellenme manzarasıyla karşılaşmıştı. Yine de kızının arkasında durdu:
“Ezanın çağrısı tüm Müslümanlara olduğuna göre biz kadınları ve kız çocuklarını da kapsamıyor mu amca?”
Adam söyleneni dinlemeden kestirip attı:
“Yahu hanımefendi, sizin yüzünüzden farzı kaçırdım. Bari şu cemaatteki insanların namazlarını sakıt etmeyin! Derhâl dışarı çıkın, namazınızı kılacaksanız eviniz ne güne duruyor, orada kılın!”
Adamın inatlaşması sürüp giderken cemaat çoktan farz namazını bitirmişti bile. Sağa sola selam verip bir taraftan da anne ile kızın bu adamla meselesini anlamaya çalıyorlardı. Pamuk sakallı heybetli cüsseli ihtiyar adam selam verir vermez olup biteni yakından görmek için yanlarına sokularak merakını gizlemeksizin sordu:
“Nedir kuzum meseleniz?”
Parmağıyla Rümeysa’yı işaret ederek:
“Evladınız kayıp mı oldu? Uzaktan gelip de kalacak yer bulamamışsanız sizi misafir ederim, yer de gösterebilirim.”
Selmin Hanım nur yüzlü ihtiyar adamın “kalacak yer” teklifine takılmadan edemedi:
“Dedeciğim kalacak yer değil kılacak yer arıyoruz. Tam burada namaz kılarız diye düşünüyorduk ama bu amca geçit vermiyor bir türlü.”
İhtiyar adam şaşırmıştı:
“Geçit vermiyor mu namaz kılmanıza? O niye? Yoksa bu mekân bahsettiğiniz adamın şahsi mülkü mü?”
Rümeysa ile pamuk sakallı ihtiyar arasındaki diyaloğu işiten onları camiye girmekten engelleyen adam balıklama konuya girdi:
“O nasıl söz Hacı Dede, Burası Allah’ın evi! Mümkün mertebe bu evi koruyorum ben.”
“Çocuklardan ve kadınlardan mı?” dedi pamuk sakallı ihtiyar. Adam ne diyeceğini bilemedi. Aklına ilk gelen şeyi söyledi:
“Caminin ve cemaatin huzurunu koruyorum Hacı, niye sözlerimi anlamak istemiyorsun?”
“Bu nasıl huzur korumakmış, çocuğun ve kadının dışarıda tutulduğu bir ortamda manevi huzur mu olurmuş?” diye karşılık verdi ihtiyar.
Belli ki bu tartışma uzayıp gidecekti. Pamuk sakallı dede konuşmanın nafile olduğunu anlamıştı. Anne ile kızına arka mahfili işaret ederek orada namaz kılabileceklerini ve onlar namazı bitirinceye kadar kendisinin bir yere ayrılmayacağını söyledi. Rümeysa, annesi ile işaret edilen mahfile doğru yürürken arkaya, pamuk sakallı dedeye bir kez daha bakarak “Bu dede torununa abdest aldıran dedenin aynısı, sakalları da ses tonu da hatta alın yapısı bile aynı.” diye söylendi. Anne-kız birlikte namazlarını kılarken kenarda onlara bir müdahale olmasın diye bekleyen nur yüzlü pamuk sakallı dede camiden çıkan cemaate biraz evvel olup biteni dili döndüğünce anlatmaya çalışıyordu. Namaz kılan anne ve kızına bir müdahale olmasın diye burada beklediğini söyleyince cemaatten zayıf yüzlü, kısa boylu biri “Sen kimsin?” diye çıkışınca, pamuk sakallı ihtiyar bu soruyu kendince anlamış ve sakince anlatmaya başlamıştı:
“Bana Allah’ın âciz ve fakir kulu Yol Oğlu Hâdi derler. Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, resûlünün sünnetini bilmeyenlere öğretmek, unutanlara hatırlatmak üzere kendini mesul hisseden biriyim. Yoldan insanlara zarar veren taşları ve engelleri kaldırmayı kendime görev bilmişimdir. Yolunu kaybedene yolu işaret eder yoldan çıkmışları yola kılavuzlarım. Bu yüzden adım “Yolun Oğlu” olarak kalmış. Şimdi bu caminin içerisinde bir kenarda sadece namazlarını kılmaya çalışan anne ile kızının yolunun üzerindeki taşları kaldırmak da bana nasip oldu. Aziz cemaat, bilmez misiniz ki Resûl-i Ekrem Efendimiz hadisinde namaz kılmak isteyen kadınlara mescitlerde zorluk çıkaranları ikaz ederek şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kadın kullarının Allah’ın mescitlerine gelmelerine engel olmayın!”
Pamuk sakallı ihtiyarın anlattıklarına Selmin Hanım ve kızı da namazı kılıp tam yanlarından geçerken kulak misafiri olmuşlardı. Rümeysa’nın kafasında şimdi taşlar daha bir yerli yerine oturmuştu. Şadırvanda torununa abdesti öğretirken izlemekten gözlerini alamadığı pamuk dede bu ihtiyardı. Bundan o kadar emindi ki bunu doğrulamak için kendisine sorma ihtiyacı bile hissetmedi. Anne-kız teşekkür etmek için Yol Oğlu Hâdi olduğunu bizzat kendi ağzından duydukları ihtiyarın yanına gittiler. Rümeysa ak sakallı, pak alınlı bu ihtiyarın elini öpmeye davrandıysa da ihtiyar elini öpmesine izin vermedi. Sadece “Teşekkür ederim efendim.” diyebildi Rümeysa.
Pamuk dede, “Bana teşekkür etmenize gerek yok. Ne yaptım ki teşekkür ediyorsunuz?” dedi.
“Siz bizi caminin içerisinde karşıdan karşıya geçirdiniz.” diye karşılık verdi Rümeysa. Daha çocuk yaşta birinin bu şekilde derinlikli cevaplar vermesi dedeyi çok sevindirmişti.
“Görüyorum ki siz anne-kız çoktan karşıya geçmişsiniz bile.” diye karşılık verdi.
Anne-kız tam veda edip ayrılıyordu ki Hâdi Dede yolun oğlu olmasının şiarına uygun olarak onları durdurdu. Hırkasının cebinden içi iğde ve dut kurusu dolu kese kâğıtlarını önce kıza sonra da annesine ikram etti. Rümeysa’yı ayrıca yanına çağırıp avucunda tuttuğu harçlığı parkesinin cebine sıkıştırıverdi. Cebindekinin harçlık olduğunu anlasın diye de giderken arkasından seslendi: “Onunla da kitap alırsın!”
Rümeysa annesine yeni bir keşif yakalamış da onun sırrını itinayla saklıyormuş gibi fısıltılı bir tonda konuştu:
“Anneciğim, inan rüya değildi gördüğüm biliyorum, şadırvanda abdest öğreten pamuk sakallı dede bu dedeydi. Hırkasından çıkardığı kuruyemiş torbası ve cebime sıkıştırdığı harçlık bunun en büyük tanığıdır!”
Yol Oğlu Hâdi anne ile kız yolun sonuna dek yürüyüp gözden kayboluncaya kadar onları izledi. Yolunda gitmeyen şeylere yol olsun diye yeni yürüyüşlerin yolunu bekledi. Giden var ama gelen yoktu. Uzun ince yol neredeyse koptu kopacaktı. Bu dünyanın bu kadar yolu, bu yolun da bu kadar insan kalabalığını taşıyamayacağını gayet iyi biliyordu. Yolun eşiğinde öylece sızıp kaldı.