İslamiyet 610 yılında Hz. Muhammed (s.a.s.) vasıtasıyla yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru sunarak tarihe müdahale etti. Vahiy gelmeden önce hanif ve sivil bir çizgide hayatını sürdüren “emin” niteliğini kazanmış Peygamberimiz, vahyin gelmesiyle birlikte Tanrı, evren ve insan irtibatını şekillendiren yeni bir sistem kurmaya başladı. 622 yılında Mekke’den Medine’ye hicret, yeni sistemin başlangıcı, 632 yılındaki Veda Hutbesi ise bunun bütün insanlığa açıklanmasıdır. Müslüman filozoflar, Kindi ve Farabi ile birlikte teşekkül döneminin ortaya çıkardığı kelami, diyalektik tartışmalara taraf olmadan, insanlığın birikimini Hz. Muhammed’in getirdiği temel ilkeler bağlamında okuyup yorumlamaya başladılar.
Farabi Doğu’da kendi ifadesiyle felsefeyi asli yurduna geri getirir ve insanlığın fikrî birikimini hakikat mektebine dönüştürür. Batı’da yani Endülüs’te ise İbn Rüşd felsefe ve din uyumu üzerinde durur. İşte bu yorumlamaları ve bunların diğer kültürlere olan etkisini kavramak için dünyadaki üç büyük kültürel aktarım ve etkileşimi hatırlamak gerekir.
MÖ 600’lerde başlayan kültürel aktarım yaklaşık iki yüz yıl sürmüş, Kaldelilerin, Sümerlerin ve Fenikelilerin kültürel birikimleri önemli oranda Grekçeye çevrilmiştir. Doğal olarak bu süreçte Yunanca bilim dili hâline gelir. Cündişapur’dan başlayan kültür aktarımı, Kostantinopolis üzerinden Antik Yunan’a Atina’ya, oradan Mısır’a geçer, İskenderiye en önemli kültür merkezi hâline gelir. Daha sonra bu birikim, Mısır, İskenderiye çevresinden Musevi ve İsevi gelenek yorumuyla Anadolu’ya aktarılır. Ege’nin ve İskenderiye ekolünün etkisi yanında Urfa ve Nusaybin, Antakya ve Harran mekteplerini de düşünürsek o dönemde Anadolu’nun kültürel altyapısının ne kadar zengin olduğu ortaya çıkacaktır. Dünyadaki ikinci büyük kültürel aktarım, Müslümanlarca yapılmıştır. “Bereketli hilal” de denilen Maveraünnehir ve Mezopotamya’dan Yunanistan’a ve Batı’ya giden felsefi birikime ait Pehlevice, Süryanice ve Grekçeden önemli bilimsel eserler Arapçaya çevrilir. Emeviler zamanında başlayan çeviriler, Abbasi halifesi Mansur döneminde ivme kazanır, Me’mun zamanında ise “Beytü’l-Hikme” ismiyle kurumsal hâle gelir. Önceden Grekçe olan bilim dili, artık Arapçadır. Dünyadaki üçüncü büyük kültür aktarımına gelelim. Bu XII. yüzyılda Avrupalıların İslam medeniyetinde üretilen bilimsel eserleri başta Latince ve İbranice olmak üzere diğer Batı dillerine çevirmeleriyle gerçekleşir. Batı Rönesans’ını bu eserler tetiklemiştir.
Müslüman filozoflar kültürel aktarımlar yoluyla Doğu ve Batı’nın felsefi birikimini “hikmet” kavramı adı altında insanlığa sunmuştur. İbn Sina’nın “hikmetü’l-meşrikiyye” yani Doğu felsefesini sistematize etme çabaları, İbn Bacce, İbn Tufeyl tarafından geliştirilmiş, İbn Rüşd ile de felsefe ve din arasındaki uyumu işaret eden nihai söze dair bir metin yazılmıştır. Tam bu noktada İslam felsefe geleneğinin ilk âlimi Kindi’nin felsefenin en yüksek seviyesi olan metafiziği “hikmetler hikmeti” olarak adlandırdığını hatırlamakta fayda var. Çünkü “düşünme gücünün erdemi” olan hikmet yani bilgelik, tümel (külli) varlıkların hakikatini bilmek ve bu bilgiyi hakikat doğrultusunda gerektiği gibi kullanmak olarak tanımlanır. Teorik felsefe (nazari hikmet) denilen bu disiplin “Hakikat”i araştırır, konusu “Varlık” tır. Ama bu, filozofun bir varlık inşa etmesi anlamında değildir. Varlık’ın bilgisini elde ederek onun küçük harfle yazılan varlık; yani evren ile olan ilişkisini kurgulamaktır. Teoride ne kadar güçlenilirse yani Hakk/Varlık hakkında bilgilenme artarsa, onu pratiğe aktarma (iyi/hayr) açısından bilgilenme de güçlü olacaktır.
İnsanlığın felsefi birikimini hikmet kavramı bağlamında okumak gerekir. Bu konuyu Hz. Âdem’den bu yana farklı zaman ve mekânlarda farklı peygamberler vasıtasıyla, insanlara dünya ve ahiret hayatlarında mükemmelliğe ve olgunluğa erişmeleri için hep aynı temel ilkeler gönderilmesi çerçevesinde düşünebiliriz. Teorik boyut yani hakikate dair temel ilkeler hep aynıydı, pratiğe aktarımda ise takip edilen yol ve yöntemler ise -dinî ıstılahta buna şeriatler, denir- daima farklı olmuştur. Nihai “Kutsal Hakikat”, farklı biçimde idrak edilmiş, dolayısıyla farklı tarzda tecrübe edilmiş ve bunun sonucu olarak büyük dinî geleneklerin içinde farklı içerikler kazanmıştır. Diğer bir ifadeyle farklı dinî tecrübe şekilleri, inançlar, kutsal kitaplar, ritüeller ve hayat tarzlarından hareketle aynı Nihai Kutsal Hakikat hakkında konuşurlar. Bu açıdan Din/Hakikat bir olup Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya ve Hz. Muhammed’e gönderilen bütün mesajları içerir ve kapsayıcı ismi İslam’dır.
Modern felsefede, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed’e gönderilen ilkeler ve oluşturdukları sistemlerin hakikat tasavvurlarını anlamak için “dinî çeşitlilik” altında John Hick ve W. C. Smith’in önerdiği “dinî çoğulculuk”, “dinde çoğulculuk” ya da P. Hassner’in dediği üzere “çoğulcu evrensellik tasarımları” diye okumalar bulunmaktadır. Bu konuyu İslam felsefesi açısından yorumlayalım.