Elias Canetti’nin, bir kaplanın gerçekten ne olduğunu Blake’in şiirini okuduğunda “anladığını” iddia ettiği yerdeyim, yani o şiirin tam ortasında; yirmi dizede sorduğu on üç soruyla vahşi kedilerin en heybetlisini anlatan Blake’in, bu görkemli güzellik karşısında yaptığı şahitliğin anlamı insandan azade değil elbette. Kendinden kaçarken kendine çarpan, içindeki dehşete teslim olmaktan usanmayan, kötülük ateşini ıslak odunlarla söndürmeye çalışan, gecenin ormanında tek başına ıslık çalarak ışık arayan ve mezarlıklara ürpertiyle baksa da hep kendine gömülen; insan. Kendi kaplanını yapıp pençesinden ayrı düşen odur.
İnsansız insan şiirleri yazarak kendini daha geniş bir salona aldıran William Blake. Dehşetin estetiğini, korku ile hayranlık arasında salınan derin bir hayretin içinde, en şiirsel biçimiyle kaplan üzerinden gören şair bakışlı Blake’in şiir boyunca “The Tyger” cevaplamadığı sorularının on üçüncüsü şöyle; “Kuzu’yu yaratan mı yarattı seni?” Bu dizeden devam ederek kalemine düşürdüğü masumiyet şarkısı tonundaki “The Lamb” (Kuzu) şiirinde “Bu güzel giysiyi sana kim ördü?” övgüsüyle, güç-saflık (kaplan-kuzu) gerilimini şiir meydanına getirmekten çekinmeyecektir şair. Tabiatın dengesi, insanın kaotik ruhu, şiirden açılan anlamlar ve koca pençeleriyle hiç durmadan kalbimize doğru koşan kaplanlar.
Kaplan güçlü bir imge; şiirsel, derin ve estetik. Gücünü, heybetiyle birlikte gizemli varlığından alıyor aslında. Söz gelimi aslan gibi göz önünde, geniş düzlüklerde uzanırken görüntülenmeye müsait sosyal bir canlı değil. Gizemli, tek başına ve arka sıralarda. Sürü hâlinde dolaşmayı sevmez, yalnızlıkla arası iyi ve hep pusuda bir avcı. Vahşi kedilerin en büyüğü, kar leoparıyla birlikte en güzeli belki de. Ana vatanı Asya, Afrikalı değil, evi kayalık dağlar, saklı çayırlar, kara ormanlar. Aslan gibi kuru Afrika savanlarında değil, vahşi Asya ormanlarında yaşıyor, kralı değil koruyucusudur evinin. Ormanlar ve vahşi kedilere ait bütün güzel anlamlar, kaplanındır.
Gece Ormanında En Parlak Yalaza
Kara çizgili sarı postu, dev cüssesi, göz alıcı yürüyüşü, ölümcül pençeleri, gece görüşü, ürküten kükreyişi ve bütün yalnızlığıyla kaplan. Hint kültüründe orman muhafızı, ayakta ölmesiyle meşhur, yüzmeyi çok sever ve en uzaklara sıçrar. Doğada tek tabanca, avının ensesinde, ölüm kadar sessiz ve hevessiz alkışlanmaya. Jean-Pierre Melville, Fransız suç filmleri başyapıtı sayılan Le Samourai’sinde (1967) bir samurayın yalnızlığından daha büyük/daha derin bir yalnızlığın ancak ormandaki bir kaplanın yalnızlığı olabileceğini söylerken haklıydı. Kaplan sürüsü estetiği bozar, tek başınalığın yolcusu ve kendi göğünün yıldızıdır kaplan. Yalnızlık, samurayları ve kaplanları öldürmez; eğitir, sınar ve çelikleştirir. Samuray ya da kaplan olmak lazım yalnızlığın karşısında.
Maradona’yla birlikte Arjantin’in ileri ikilisini oluşturan kaplan tutkunu Jorge Luis Borges, içinde onu parçalayan kaplana “kaplan benim” diyebilecek kadar cesur bir yazar. Ama rüyalarına sözü geçmez bir türlü. O kaplanı çağırmalı, ondan murat alınmalıdır. Bilinir ki vahşi, yırtıcı ve estetiktir gelen. Ve hangi dehşetli kabza, ölümcül korkularını alabilir ki avcuna; “Çocukluk gelip geçti, kaplanlar ve kaplan tutkusu eskidi ama hâlâ rüyalarıma girerler. Ve hâlâ o bilinçsiz, kaotik ortamdalar ve şöyle oluyor: Uyurken herhangi bir rüya dikkatimi dağıtıyor ve birden rüya olduğunu anlıyorum. O zaman şunu düşünüyorum: Bu bir rüya, istencimin eğlenmesi, madem sınırsız bir gücüm var niye bir kaplan yaratmayayım? Ah zavallı yetersizlik! Rüyalar hiçbir zaman canımın o denli çektiği o vahşi hayvanı yaratamıyor. Evet, kaplan geliyor; ama sıska, güçsüz ya da tam kendisi olmayan farklı biçimlerde, bir görünüp bir yok oluyor, daha çok ya köpeğe ya da kuşa benziyor.”
Elias Canetti’nin bir kaplanın gerçekten ne olduğunu Blake’in şiirini okuduğunda “anladığını” iddia ettiği yerdeyim, yani o şiirin tam ortasında. Bir kaplanla göz göze geliyorum. “Hangi uzak derinlerde, göklerde/ Yandı senin ateşin gözlerinde?/ Güldü mü o, görünce eserini? / Kuzu’yu yaratan mı yarattı seni?”