Dostluk Üzerine

“Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşa, fitne ve büyük bozgun çıkar.”

(Enfâl, 8/73)

Rengârenk ağaçların yol boyunca insana eşlik ettiği bir güzergâh düşleyin; ağaçlar sarıdan zümrüde varıncaya kadar yeşilin bütün tonlarıyla bezeli, dallar göğe ermiş de gün ışığı neredeyse yere değmeden karşı dağları aşıp gidecekmiş gibi. Kuşların cıvıltısı, yaprakların hışırtısı, baharın asude esintisi insana eşlik ediyor. Kim istemez ki böyle bir yolda günlerce yürümeyi? İnsan, her defasında yürümesi keyifli bir yola çıkamıyor maalesef. Şimdi de bambaşka bir yol düşünün, sarp yokuşların olduğu, kayalık ve kıvrımlı, zemini kaygan ve yer yer tırmanması zorlaşan bir yol. Her iki yolda da insan yanında biri olsun ister, yolu daha yürünesi kılacak biri.

Modern dünyanın yaygın paradigması insanın tek başına her şeyin üstesinden gelebilecek güçte olduğuna bizleri inandırmaya çalışsa da durum hiç de öyle değil. Zihinsel ve duygusal yapımız bizi diğer insanlarla birlikte yaşamaya mecbur bırakır. Sokakta ilginç bir olaya şahit olduk varsayalım ya da dünyanın öbür ucundan bir haber aldık, beğendiğimiz bir ürünün fiyatı indirime girdi, belki de akşam oturup keyifli bir film izledik. Derken ertesi gün oldu, içimizde biriktirdiğimiz onca duygu öylece kalacak mı yerli yerinde, gidip paylaşmayacak mıyız biriyle? Tabii ki duygularımız yüreğimizden taşacak. Hissettiğimiz heyecan, öfke, korku, beklenti, hüzün veya sevinç bu çok sıradan olaylarda bile bizi öteki ile iletişim kurmaya zorlayacak. İnsanın insana muhtaç olduğunu anımsatacak.

Bir köşede yalnızlık hakkı mahfuz kalmak şartıyla insanlar hikâyelerinde onlarca yardımcı karakterle varlıklarını sürdürürler. Bu hikâyenin kahramanları zamanla değişir. Akrabalar, komşular, okul arkadaşları daha ilerleyen yıllarda iş arkadaşları derken liste uzar gider. Zorunlu ilişkiler ile tanış olduğumuz insanların sayısı artar, kimileriyle yakınlık kurarız ve samimiyetimiz güçlenir. Ruhumuzun yanlarında huzur bulduğu bu insanlarla daha fazla vakit geçirmek artık bizim seçimimizdir. Beraber yer içer, alışveriş yapar, sohbet eder, birlikte bir hikâye yazarız. Hikâyemizde iniş çıkışlar, gelgitler olur. Dürüstlüğümüz, vefamız, fedakârlığımız, muhabbetimiz sınanır. Menfaatin, riyanın, kıskançlığın, kinin, öfkenin ve bencilliğin uzağına inşa ettiğimiz ilişkimiz sınandıkça güçlenir. Artık bu yakınlığımıza dostluk adını veririz.

Her hatırası, yaşanmışlığı ya da yarım kalmışlığıyla dostluğun kurulması yıllar alır. Dostluk, itina ile yetiştirilen bir bitki, ilmek ilmek örülen bir motif, binbir emekle dokunan bir kilimdir. İki kişinin çıktığı bir yolculuktur dostluk. Bu yolculukta dostlar nefesleri ile ısınacak kadar yakın, dikenleri batmayacak kadar uzak olan iki kirpi gibidirler. Kendi biricikliklerini koruyarak biz olur büyürler. Büyüdükçe ruhen ve fikren birbirlerini besler, hem kendi zaaflarını fark eder hem de ötekine ayna olurlar. Yol boyunca birbirlerine yük olmazlar aksine yüklerini taşırlar. Bakıp gördüklerini, duyup işittiklerini konuşarak ve susarak anlatırlar. Tabii zaman zaman dostluğun da meşakkatleri olur ama dostlar bu yolculuğun meşakkatine de peşinen razıdırlar. Hz. Mevlana bu gerçeği şöyle dile getirir: “Bir dosta bir dostun cefası nasıl ağır gelir ki? Cefa ve ızdırap bir şeyin içi gibidir. Dostluk onun kabuğuna benzer. Dostluğun belirtisi belalardan, mihnetlerden hoşlanmak değil midir?”

Mevlana’nın sözlerinden ve Divan edebiyatındaki kullanımından anlıyoruz ki dost; kimi zaman yakın arkadaşı, yâreni ifade eder kimi zaman Hz. Peygamber’i imler. Yunus Emre ve Niyazi-i Mısri şiirlerinden hareketle söylersek de dost diye varılacak son kapı Yüce Mevla’dır. Kültürümüzde dostluğun bu kadar geniş bir anlam ifade etmesinin yanında Allah’ın müminleri birbirlerinin velisi ve dostu olarak nitelendirmesi, yeryüzünde selamet için dost olmak gerektiğini hatırlatması da dostluğa ayrı bir değer atfeder.

Bu yönüyle dostluğun en samimi örneklerini Hz. Peygamber ile arkadaşları arasında görürüz. Özellikle Hz. Ebu Bekir’in Miraç hadisesinin kendisine haber verilişindeki duruşu, dostumuzun hâline tanıklık etme konusunda bize çok şey anlatır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir akşam Mescid-i Haram’dayken Cebrail (a.s.) gelir, onu Mescid-i Haram’dan alarak Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürür. Hz. Peygamber, oradan da Sidretü’l-Münteha denen yüce makama yükseltilir. Mekân ve zaman sınırlaması olmayan bu mübarek yolculuğun sonrasında Hz. Peygamber Mekke’ye döner. Adım adım anlattığı Miraç olayını müşriklerin mantığı kabul etmez. Kudüs’ten Mekke’ye dönmekte olan bir kervanın yeri ve vaziyeti hakkında sorgulamalar yaparlar, doğru yanıt aldıkları hâlde yine de inanmazlar ve Hz. Ebu Bekir’e gidip bu hadiseyi anlatırlar. Hz. Ebu Bekir’in “Sıddık” olarak tanınmasına sebep olacak cevabı kısa ve nettir: “Bu söylediklerinizi Muhammed söylemişse doğrudur.”