Yazmaya, kendimizi yazarak icat etmeye, üstesinden gelemediğimiz soruları yazarak okunaklı hâle getirmeye kesinkes karar verdiğimizde içimizde yanan yazmak ateşini büyütecek dışsal rüzgârları kolaylıkla bulabiliriz. Ne diyordu Sait Faik “Balıkçısını Bulan Olta” öyküsünde? “Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım.” Evet, böylesi bir hürriyet fikri kulağa hoş gelebilir ama öncesinde kararımızın niteliği, keskinliği ve istikrarıyla ilgili halletmemiz gereken bazı meseleler var. Kararımızın niteliği, ne tür bir yazarlık hayali kurduğumuzla; keskinliği, tutkulu biri olup olmadığımızla; istikrarı ise yılgınlığa düşmeden çalışma disiplinine ne kadar tahammül edebileceğimizle ilgilidir. Bu üçüne aynı anda sahip olan kişi için yolun yarısı çoktan yürünmüş sayılır. Onun için artık atölyeler kadar babaannelerin, usta yazarlar kadar çinekopların, klasikler kadar üçüncü sayfa haberlerinin de yazarlığı besleyen rüzgâra dönüşmesi olağandır.
Yine de atölyelerin veya usta bir yazarın -eskilerin deyişiyle- rahleitedrisinden geçmenin bizi yazar yapıp yapmayacağı sorusu geçerliliğini daima koruyan bir sorudur ve geçerliliğini koruması, menfi ya da müspet cevaplandırılmaya eşit derecede müstahak olmasından kaynaklanır. Yazıya bir zanaat gözüyle bakıldığında usta-çırak ilişkisinin ehemmiyeti kendiliğinden belirir. Ancak yazma eyleminin yalnızlık gerektiren yanı hatırlandığında bu ilişkinin önemi buharlaşır. Yazar adayı için usta-çırak ilişkisinden daha önemli olan, etkilenme ilişkisidir. Bu noktada etkilenilen kişiyi ustadan ayıran, yazar adayının onu sevmeme, ondan nefret edebilme hakkıdır. Usta-çırak ilişkisi bir saygı, sevgi halesinin içinde gerçekleşirken etkilenme ilişkisi daha özgür bir alana yayılır. Sanatçının ihtiyacı olan şey nadiren teslimiyet, genellikle isyandır. Ustaya itiraz etmek adap dışıdır ama etkilendiğimiz yazarla gıyabında sonsuza kadar didişebiliriz. İstisnai bir örnek olarak Yahya Kemal ve Tanpınar arasında her ikisini birden görürüz. Tanpınar için Yahya Kemal hayranlık uyandıran bir baba, aşılması güç bir ufuk, daima kıskanılan bir rakiptir. İz bırakan ilişkiler; hayranlık, kıskançlık, fikir ayrılığı, yadırgama, didişmeyi de doğal bir parça olarak ihtiva eder. Hem ustayı tamı tamına anlamanın ve onaylamanın bizi kopyalamaya ve tekrara sevk edebileceğini de unutmamalıyız. Harold Bloom’un altını çizdiği şekilde, ustayı yanlış anlamakla sanatçının özgünlüğü arasında kurulan doğrusal ilişki hiç de yabana atılır cinsten değildir. Yanlış veya eksik anlama, sanatçıyı selefinden ayırır ve ona kendi izlerini oluşturacağı bir sapma bahşeder. Öte yandan etkilenmeden kaçınmak için kendinden önceki birikimden uzak durmak ise bizi köksüz kılar. Köksüzlük muhayyileyi dumura uğratır: “Seleflerimiz sel olup üzerimize akar ve tahayyüllerimiz bunların altında kalıp boğulabilir ama böyle bir boğulmadan tümüyle kaçıldığı takdirde hiçbir tahayyül yaşamı asla mümkün olmayacaktır.”1
İnsan duyguları tek boyutlu değildir. İç dünyamız hiçbir olaya yekpare tepki vermez. Alt beynimiz ve üst beynimiz, biri ilkel diğeri uygar bir tavır takınarak insan olmanın en temel paradoksunu tekrarlar. Duygu ve düşüncelerimizi belirleyen diğer bütün sebepleri dışarıda tutsak bile bu temel ruhsal çatlak, sevgi/nefret ilişkisini yazar ve etkilendiği kişi arasında mütemadiyen uyanık tutar. Edebiyat tarihi, ustasını yere göğe koyamayan fakat iş yazmaya gelince ustasına değil nefret ettiği yazara öykünen isimlerle doludur. Nefretin veya kıskançlığın uyandırdığı cazibe, dönüştürücü mahiyet taşır. Hayranlık ise pasiftir ve bize daima şu kelamıkibarı hatırlatır: Gölgede duranın gölgesi olmaz!
Bu noktada dürüst davranarak yazarlık mitiyle ilgili yeni bir ikiyüzlülük tohumu saçmaya gerek olmadığı kanaatindeyim. Yazar, ihtiras sahibi biridir. Benlik iddiası vardır. Söz gelimi hassas, duygusal bir şair, şiirinde sesini kısarken bile duyulmak ister. İnsanların kendi sesine kulak vermesini arzu etmeyecek ölçüde müstağni bir yazar, zaten varlığından haberdar olmamamız gereken bir yazardır. Tanpınar, günlüğünde, her okuduğu eseri kendine çevrilmiş bir silah olarak gördüğünü itiraf eder. Virginia Wolf günlüklerinde yeni bir anlatım türü bularak geriye ölümsüz bir isim bırakmak için nasıl çırpındığını itiraf eder. Cemil Meriç Bu Ülke’de, her kitabı denize atılan şişeye benzetir ve ekler: “İçine gönlünü boşalttığın şişeyi belki açarlar, belki açmazlar.” Yazmak bir beklentidir. Yazar, sesler arasında kendi sesine bir yer açmaya cüret ederek zaten benliğin, bencilliğin ve beklentinin ortasında bir yerde durduğunu söylemiş olur. Kuracağı cümleler için ağaçların kesilmesini, boş sayfaların hazırlanmasını, devasa matbaa makinelerinin çalışmasını, kitapçı raflarının istimlak edilmesini, okurun zihninde kendine yer açılmasını talep eden kişi varlık sahibi olmak konusunda yeterince cüret göstermiş demektir. Ustalar ve atölyeler bu yolculuğun yalnızca bir durağıdır.
İçsel Yalnızlığın Çırağı Olmak
Ustalardan ne öğrenebiliriz? Evet, yazdığımız türün teknik özellikleri, imkânları, sınırları ve örnekleri hakkında yüzeysel, yüzeysel olduğu kadar hayati pek çok bilgiyi, bizden önce o uçsuz bucaksız bahçelerde dolaşıp öğrendiklerini hülasa eden bir öncüden öğrenmek elbette işimizi kolaylaştıracaktır. Ayrıca bir edebiyatçı için muhit, yalnızlığına halel getirmemesi kaydıyla çok önemlidir. Yazar aynı ilgiler etrafında kenetlenen, fikir alışverişinde bulunan, kitapları birlikte okuyup yorumlayan, yazdıklarını birbirine yorumlatan bir çevreye su kadar muhtaçtır. Bu çevre, heyecanın sürekliliği için elzemdir. Edebiyat tarihinde bu çevreyi bulamadığı için mektuplaşan; yazılarını, okuduklarını, düşüncelerini mektuplar vesilesiyle birbiriyle paylaşan yazarlara sıklıkla rastlarız. Atölyeler veya ustalar her şeyden önce bu heyecan ihtiyacını karşılamak bakımından önemli bir işlev görür. Ancak yazmanın bireysel yolculuğunda kimse kimsenin elinden tutamaz. Öykümüzü yazmak üzere masaya oturduğumuzda alabildiğine yalnız olduğumuzu görürüz. Orada atölyenin, ustanın, edebî dostlukların ve hatta aldığımız ödüllerin bize bir faydası olmaz. Sanat mütemadiyen kendini tekrarlayan bu çaresizlik anının parıltısı olarak doğacaktır.
Yazar adayı esasında içsel yalnızlığının çırağıdır. Carl Gustav Jung’un yalnızlık tarifi burada işimize yarayabilir: “Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan, kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.”2 Yazar, bu dertle yazmaya yeltenir. Duvarın insanlarla değil kelimelerle aşılabileceğine olan inancı onun yegâne koşumudur.
Kalabalıkların yontusu çürümedir. Kalabalıklar özensiz bir bahçıvanın budaması gibi sanatçının kolunu kanadını kırar, melekelerini sakatlar, filiz verecek dallarını sonsuza kadar köreltir. Koroya dâhil eder, alkışlar, yuhalar, güder ve yolun sonunda sanatçıyı günün adamı olarak kullanılmış, tüketilmiş bir ömürle baş başa bırakır. Sanat, nadiren kolektif çiçek açar. Cahit Zarifoğlu’nun, “Bütün büyük anlar yalnızlıktan yontuldu.” sözüne atıfla bütün büyük metinlerin temel kaynağının yazarın içsel yalnızlığı olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki büyük yapıtlar “büyük anlar”a benzer ve okur, bu anlarla burun buruna geldikten sonra artık eskisi gibi kalamaz. Gözlem gücümüzün, dil zenginliğimizin, okuma alışkanlığımızın bizi belli bir yere kadar götürebileceğini; okura, inanarak içine gireceği bir evren tasarlamanın bunlardan fazlasını gerektirdiğini unutmamalıyız. Deneyimlerimizin, duygusal zekâmızın, korkularımızın ve alınganlıklarımızın yoğurduğu daha karmaşık bir alaşım sayesinde hayal gücümüzün kanatlarını ardına kadar açarız. O anda yalnızlığın özgürlükçü hazzıyla düşsel kaslarımızın yorgunluğunu aynı anda duyumsarız. Yazmak tam olarak budur.
Saf Okurluktan Sinsi Okurluğa
Yalnızlığa yaptığım abartılı vurgu, Kafka’nın Dava romanındaki o meşhur repliğin ruhuna yaslanıyor: “Abartıyorum çünkü anlaşılmak istiyorum.” Yoksa herkesin herkesten öğreneceği tecrübelerin olduğu gerçeğini teslim etmemek akıl kârı değil. Mesela atölyelerin yazmaktan ziyade iyi okur yetiştirdiği su götürmez bir gerçek. İyi okur olmaksa yazar olmak kadar hatta ondan daha mühim bir edimdir. Çünkü yazar, temelde bir okurdur. Ve yeterince iyi bir okur değilse asla yeterince iyi bir yazar olamayacaktır.
Yeri gelmişken burada acı bir parantez açmamız gerekiyor. Yazar adayı, saf okur olma hakkını kaybetmiş kişidir. O artık sinsi, gözlemci, kapkaççı bir bilinçle sayfalarda gezinir. Üzerinde pek konuşulmaz ama yazarın feda ettiği ilk konfor budur. Bilincini ikiye böler ve bir yandan okuduğu kurguya kapılıp giderken diğer yandan onu bir laborant gibi tahlile girişir. Bu psikolojik bölünme en gerçek atölyedir ve muhtemelen yapıt bu zihinsel bölünmenin kendine has aralıklarından sökün eder. Okurken avcı-toplayıcı bilincimiz harekete geçer ve o andan itibaren karşımıza çıkan engebeleri, tümsekleri, bataklıkları kendimize has bir tecrübeye dönüştürür. İşte zekice bir kurgunun dümdüz bir koşuyla elde edilemeyeceğini o anlarda hissederiz. Yavaşlamak, hesaplamak, tasarlamak o yürüyüşün parçasıdır. Kurmaca olsun olmasın her yazının kendine özgü handikapları vardır. Kişiselleştirme, romantizm, saplantılar yazarı hem tetikleyen hem tökezleten sebeplerin başında gelir. Kıvrak bir hareketle üzerinden atlayamadığımız bir saplantı sonumuz olabilir. Diğer başarılı kitaplar bize tutkulardan, saplantılardan, takıntılardan nasıl sanat eseri meydana getirildiğini öğretir.
Son olarak etkilenmenin uçsuz bucaksız mahiyeti hususunda öykücü ve eleştirmen Abdullah Harmancı’nın ufuk açıcı tespitinin kapısını çalabiliriz. Harmancı, öykücülerin geçmiş edebî birikimden yararlanma biçimini ikiye ayırarak, birini “bilinçli yararlanma,” diğerini “bilinç dışı yararlanma” olarak tasnif eder ve bilinç dışı etkilenmenin kayıtlara yansımadığını, izini sürmenin mümkün olmadığını hatırlatır.3 Bu kayıp halka, edebiyatımızın gerçek tarihidir. Yazar adayı bazen kendisinin bile farkına varamadığı şekilde hayattan, kitaplardan, filmlerden, insanlardan etkilenir. Ve şu an okuduğunuz yazıda sizinle paylaşılan tecrübeler, yazarın şahsi beslenme kaynaklarını ve yazarlığını belirleyen gerçek sebepleri asla tamı tamına derleyip toplayamaz, önünüze seremez. Çünkü o da herkes gibi kayıp halkaların bir neticesi olarak bazı olasılıklar üzerinden bir dizi çıkarımlarda, mantıksal örüntülerde bulunuyor. Hâlbuki sanat eseri kendi kendini yontar.
1 Harold Bloom, Etkilenme Endişesi, Çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Metis Yayınları, s. 178-179.
2 Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, Çev. İris Kantemir, İstanbul: Can Yayınları, 2020, s. 411.
3 Abdullah Harmancı, Kurmaca Kimden Yana, İstanbul: İz Yayınları, 2022, s. 33.