Mustafa Kurt Söyleşi

“Susanların yalnızlığı, yazarların anlama çabasıyla birlikte yürür.”

Çocukken zaman yavaş akar, Güneş geç batar, Ay geç çıkar. Bir serçe öter, bazen bin yıl sürer, çisil çisil bir yağmur yağar, sonsuza kadar. Zaman genişler, genişler…

Herkesin çok konuştuğu ve derinlerden gelen seslerin kaybolduğu bu çağda duymak, hissetmek, bilmek değil sezmek için içimizdeki o çocuğu hatırlamalıyız belki de. Bekleneni değil beklemeyi önemsemeli, konuşulanı değil susulanı dinlemeli…

Bu ay; bize “Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!” mısrasını hatırlatan, dünyaya o çocuk gözleriyle bakıp görebildiklerini kendi iç dünyasında sırlayan yazarımız Prof. Dr. Mustafa Kurt’u ağırlıyoruz.

Seslerden Uzakta isimli kurgu kitabınızı keyifle, dura dura ve susa susa okudum. “Kelimeler sükûnete erişenlerden büyük bir huzurla ayrılır.” diyorsunuz orada. Herkesin çok konuştuğu ve içeriden gelen seslerin her an yitip gittiği bu çağda sükûnete hakkını teslim edip yeni bir dil inşa ediyorsunuz: İsmi, Hâlce. Hâlce nasıl bir dildir? Herkes öğrenebilir mi? Bize biraz bu dilden bahsedebilir misiniz?

Seslerden Uzakta (Susanları Anlamak İçin Sözlük), insanlar arasındaki iletişim veya iletişimsizliğin farklı hâlleri üzerine düşünen ve sorgulayan bir kitap. İletişimi yalnızca dil ve kelimelerle tanımlamıyor Seslerden Uzakta. Hatta dilin söylemek istediklerimizi genellikle perdelediğini, bazen de anlatmak istediklerimizi karşılayamadığını öne sürüyor. “Kelime dağarcığımız çok fakir olduğu için hayatta başımıza gelen pek çok şey isimsiz kalır.” diyor bir yazar. Bu çerçevede, kitabın başında tanımlamaya çalıştığım, aslında insanlık tarihi kadar eski bir dil var: Hâlce. Ben insani hâlleri kastederek “hâlce” dedim, yoksa başka bir isim de verilebilir bu dile. Susmanın çok özel bir iletişim biçimi olduğunu öne süren bir bilincin ürünü bu dil. Ancak sözünü ettiğimiz şey, sadece susmakla veya susanların birbiriyle iletişimi ile ilgili değil. Konuşmalardaki yutkunmalar, kaçırılan bakışlar, elleri koyacak yer bulamamalar, uzaklara dalıp gitmeler, ses tonundaki dalgalanmalar ve sürçmeler gibi iletişimin içinde olan bütün unsurları kuşatan bir dil “hâlce”. Ses ve görüntülerin içinde kaybolduğumuz bir çağda, susmanın erdemine inananların tercih ettiği bir bilgelik hâli aynı zamanda. Hesaplanmış susmalar bu dilin ruhuna aykırı. Bu dili herkes biliyor aslında. Sadece üstünde biraz düşünmek gerekiyor. Derdini birilerine niçin anlatamadığını fark edenler, konuşur veya dinlerken insanları izleyenler bu dili sezmeye başlamıştır zaten. Sezmek dedim, çünkü o, bilmekten daha sahicidir “seslerden uzak” ta olmayı tercih edenler için. Ben de bu kitapta önce Hâlce’deki bazı kelimeleri tanımlıyor, sonra da onların geçtiği kısa hikâyeler yazıyorum. Kitabın çıkışından bugüne Hâlce’nin hayli yaygınlaştığını, en azından üzerinde düşünülmeye başlandığını söyleyebilirim.

Her mesleğin yahut işin birtakım gereklilikleri vardır. Yazmak ile susmak arasında da böyle bir ilişkiden söz edebilir miyiz? Susmayı bilmek, yazmanın gerekliliklerinden midir?

Sorunuz çok önemli bir noktaya temas ediyor. Evet, yazmak öncelikle susmaktır; yavaşlamak ve durmaktır. Dünyanın seslerine kulaklarınızı tıkamadan herhangi bir şeyin özüne nüfuz edemez ve onu kavrayamazsınız. Yazmak, üstüne düşündüğünüz şeyle yapılan bir iç konuşmadır. Ama konuştuğunuz, o şeyin kendisidir. Bu bir kavram da olabilir bir değer veya insani bir hâl de. Konuştuğunuzda hep birilerini muhatap alırsınız ama yazmaya başladığınızda içinize döner ve içinizdekilerle yüzleşirsiniz. Bu bakımdan yazının ilk muhatabı o şeyse ikincisi kendinizsinizdir. Biri okuyup yorumlayıncaya kadar, yazılan şeyin var olduğunu bile söyleyemeyiz. Susmayı bilmek, susabilmek, bir şeyi tanımlayan kelimeleri başka görüntüler, sesler ve duygularla yeniden tanımlamanın ilk şartıdır. Yeni bir dünya kurmak, oradaki kurgusal kişilerle söyleşmek, onların derinliklerine inmek, ancak iradi bir yalnızlıkla mümkün hâle gelir. Susanların yalnızlığı, yazarların anlama çabasıyla birlikte yürür. Şayet yazarlar dünyanın en yalnız insanları olmayı başaramasalardı, yazdıkları şeyler bu dünyadaki yargıları tekrar eder dururdu. Yazmak zaten bizatihi yalnızlaşmayı çağıran bir süreçtir. Her yazar ele aldığı şeye yeni sorular sorar. Bu çerçevede yazmak, soru sorabilme ve bunlara cesaretle ve dürüstçe cevap verebilme yeteneğidir. Yazmanın bir masanın başında oturup yeni yolculuklara çıkmak olduğunu bilirsek bu yolculuğun içsel bir yolculuk ve yüzleşme olduğunu da kabul etmemiz gerekir. Yazar, kendisiyle hesaplaşabildiği ölçüde yazdığının derinliklerine inebilir ve onlara yeniden bakabilir.

Sait Faik “Mektup” adlı öyküsünde “Şu insanoğlunun elinde kala kala yine hep güzelleri kaldı. Onun için yazı yazmaktan korkmamalı. Kötüsü üç günlük, üç seneliktir. İyisi tarih olduğundan beri bize kalıyor.” diyor. Sait Faik’in bahsettiği üç günlük yazıyla tarih olduğundan beri bize kalan yazıyı birbirinden ayırt eden şey nedir? Nedir bir yazıyı edebî kılan, sanat eseri yapan?