Düşe kalka içinden geçtiğimiz hayat sözlerden mürekkeptir. Adına ne dersek diyelim, toplum gerçekte söz sağanağıdır. Kulağımıza sözler çalınır, sözler fısıldanır. Söz uğruna savaşır, söz hatırına barışırız. Söz dinleyenleri sever, söz geçiremediklerimizden soğuruz. Söz dinler, söz veririz. Söz verenlere güvenir, sözü güzellere meylederiz. Sözü uzatanlardan hazzetmez, sözü yere düşürmeyenleri aziz biliriz. Dünyaya gelmek söze karışmaktır. Islak çalıları bile tutuşturan sözdür. İbrahim’i Nemrut’un ateşinden koruyan, orduların önünden yürüyen, yurtlar yıkan, kalpleri evirip çeviren, gönülleri teskin eden sözdür. Yunus Emre’nin ifadesiyle, “Bu cihan cehennemini / Sekiz cennet eder bir söz”. Yolun bir yerinde söz olduğumuzu fark ederiz. Susarken bile vazgeçtiğimiz bir sözümüz vardır. Gün gelir ecel sözümüzü keser, toprağa karışırız ve bizden geriye bir söz kalır.
Öykü yazmak; sözün gücüne, kanatlarına, menziline inanmaktır. Düşlerimizin takati kesildiği anda o kesif umutsuzluktan hemen önce kapımızı kelimeler çalar. Yapmamız gereken yegâne iş kelimelere güvenmek, meramımızı kelimelerin tarihin derin vadilerinde, yüksek tepelerinde, şoselerinde, patikalarında yürürken tecrübe kazanan omuzlarına emanet etmektir. Gelgelelim bu zannedildiği kadar kolay değildir.
Söze itibar edenler, kelimelerin nüfuzundan şüphe duyanların hiçbir zaman hayalini kuramayacağı kıyılara inançları sayesinde ulaşırlar. O kıyılarda sessiz, sakin, agâh, ortalığı velveleye vermeden, camı çerçeveyi indirmeden, mızmızlanmadan, üşenmeden, yılmadan kelimelerle iştigal etmenin büyülü uğraşına koyulurlar. Yoruldukça çalışmak, mağlup oldukça savaşmak, başaramayınca yeniden ayağa kalkmak sadece ve sadece kelimelerin kudretinden şüphe duymayanların üstesinden gelebileceği bir yolculuktur. Kelimelerle düşünürüz, kelimelerle düşünce ufkumuzu genişletiriz. Düşünce ufkumuz ise ruhumuzun sınır çizgilerinin gidebildiği en ileri noktadır.
İnançla, azimle çıkılan bütün yolculukların inkârcısı da olur. Bize dudak bükeceklerdir. Yaptığımız işi hafife alacaklardır. Kelimelere inancımızı her seferinde sorgulayacaklardır. Bir öykünün önünde saatler geçirmenin gerçek dünyayla uyumsuzluk barındıran yanlarını ikide bir yüzümüze vuracaklardır. Bizler, başka bütün uyumsuzluklarla birlikte yüzümüze vurulanın da üstesinden sözle geleceğiz. Bazen meramımızı taşıyamıyor diye kelimelere içerleneceğiz. Büyük sanatçılara uysallıkla teslim olup bize gelince yılkı atlar gibi huysuzlanmalarına isyan edeceğiz. Onların ele avuca gelmez yanları karşısında defalarca yılgınlığa kapılacağız. Ama bütün bunlar, aşklarda olduğu gibi onunla bir sonraki karşılaşmamızı daha tutkulu hâle getirecektir. Yazar, her şeyini kaybedebilir. İlgilerini, dostlarını, kararlılığını, heyecanını yolun bir yerinde döküp saçabilir. Bunların hepsi telafi edilir. Kelimelere inancını yitiren kimse için ise yapacak tek bir şey vardır: Yığınlara karışmak.
Dikkat: Anlatmıyor, Yazıyoruz!
Buraya kadar her şey güzel. Ama şayet kulaklarımıza matbaa seslerinin geldiği bir çağdaysak sözün gücüne inanmaktan fazlasına ihtiyacımız var demektir. Yazınsal dille sözlü dil arasındaki farkı, matbaanın icat ettiği zihin yapısı çerçevesinde anlamamız, algılamamız ve hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. Günümüzde çok çabalamalarına rağmen iyi kurmaca metinler ortaya koyamayanların temel sorununun bu farkı anlayamamalarından kaynaklandığı kanaatindeyim.
Bizler modern dünyada okuryazar insanlar olarak telafisi imkânsız bir değişim yaşadık. Yazı, zihinlerimizi, düşünce tarzımızı ve anlama yetimizi kökünden değiştirdi. Matbaayla birlikte hızla geniş kitlelere yayılan okuryazarlık, yeni bir zihin yapısı doğurdu. Doğal olarak, kullandığımız dilin sınırlarını anlamak için onun hitap ettiği belleğin hangi kalıp ya da ön yargılarla işlenmiş olduğunu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Yazı ve matbaanın icadı, on binlerce yıldır sözlü kültürle yoğrulan insanı ve o insanın anla(t)ma kabiliyetini, pek çok şeyden mahrum bırakmakla birlikte kendi içine doğru derinleştirdi. Yazının yaygınlaşması bu anlamda bireyselliğin de icadı oldu. Matbaanın icadı ile modern bireyin keşfi aşağı yukarı aynı şeylerdir.
Sözlü kültürde anlatılar insanları bir arada tutmak, onlara yakın veya uzak ortak bir mazi, müşterek bir gerçeklik inşa etmek gibi kolektif bir amaç taşır. Hikâyeler, masallar, destanlar toplumu ilmek ilmek ören, ona yol gösteren, umut aşılayan; insanların din, ahlak, cesaret, kahramanlık, sevgi, saygı duygularını pekiştiren bir fonksiyon icra eder. Yazılı kültürde ise anlatı okuru böler, parçalar, kolektif dairenin dışına iter, yalnızlaştırıp kendi içine çevirir. Bunu doğaçlama yapar. Velev ki okunan, ulusal birliği uyandırmayı veya dinî duyguları galeyana getirmeyi amaçlayan tezli bir metin olsun; bireysellik kaçınılmaz sonuçtur.
Barry Sanders, “İnsan, okuryazarlık denen ülkeye ayak bastı mı artık geriye dönemez.” der. “Okuryazarlığa konuk ya da turist olarak gidilemez. Çıkışı olmayan bir dünya, asla geriye dönüş olanağı sunmayan bir deneyimdir bu.”1 Bu, romantik bir okuma tutkusundan ziyade, matbaayla birlikte kesin bir dönüşüme uğrayan modern okurun evrensel yürüyüşünü imler.
Modern okur yalnızdır; hayretini de sevincini de üzüntüsünü de bir başına yaşar. Tektir. Bu, onun muhayyile denizini ve iç görüsünü zenginleştirir. Ben bilinci, yazının himayesinde doğdu ve modern dönemde kalem oynatan her kurmaca yazarı, kendini bu olgun ben bilincine hitap ederken buldu. Helen Gardner, “Okuma, özü itibarıyla yalnız bir uğraştır ve bir kitabı algılayışımız, bireysel ve kişisel bir deneyimdir.” der ve ekler: “Toplu olarak, bir kütüphanede veya başkalarının da bulunduğu bir odada okuyorsak, diğer kişilerle ilişkilerimizi keseriz ve biri bizimle konuşursa, kendimizi yüzeye çıkan dalgıç gibi hissederiz.”2 Gerçekten de modern bir icat olarak okumanın yaygınlık kazanması, öğrenmenin ve ilmin sınıfsallığını ortadan kaldırmakla kalmamış, yepyeni bir muhatap kitlesi icat etmiştir.
Çok Sesli, Çok Boyutlu, Çok Sonlu
Yazınsal dilin ayırt edici vasfını hafifsememek gerekir. O, lehçeleri egemen dil yapan edimdir. Hangi lehçe daha önce yazılı eser vermişse diğerlerinden öne geçmiş ve ulusal dil hâlini almıştır. Yazı, sözlü kültürün bütün birikimini toplamış ve ondan bambaşka bir hamule oluşturmuştur. Sözlü ve Yazılı Kültür’ün yazarı Walter Ong’un ifadesiyle yazı, “kendinden öncekini yutan emperyalist bir etkinlik”tir. Yazıda kelimeler artık ses değil, somut nesnelerdir ve uzamda kendilerine bir yer edinmişlerdir.
Modern yazar, hikâye örüntüsünün yerleşik kalıpların izleğinden akmaması gerektiğini bilir. İnsanı sadece bir masaldaymışçasına sadece dış çizgileriyle anlatmaz. Onun bir iç dünyası vardır ve küçücük bir kırılganlık anı bile sayfalarca anlatılmayı hak edebilir. İyiler daima iyi, kötüler daima kötü değildir. Karakterler aynı anda hem iyi hem kötü olabilir. Sadık ve hain olabilir. İnançlı ve şüpheci olabilir. Yazılı bir metinde olayların veya tiplerin, sözlü kültürdeki gibi muhatabın hafızasına kolayca tutunabileceği ilmekler atmak için klişeleri kullanma zorunluluğu ortadan kalkar. Yazınsal dil, çok sesli, çok renkli, çok boyutlu ve çok sonlu öykülere kapı aralar.
Mesela sözlü kültürde dinleyici somuttur, anbean anlatıya muhataptır. Fakat yazı yazarken muhatap buharlaşır. “Yazarın hitap ettiği topluluk her zaman hayalîdir. Karşısında bulunmayan ve çoğu kez tanımadığı okurların üstlenebileceği bir rolü, yazarın tek başına kurması gerekir. Yakın bir arkadaşıma mektup yazarken bile, arkadaşımda uyanacağını umduğum ruh hâlini benim kendi kendime hayal etmem gerekir. Okurun da yazarı hayalinde canlandırması gerekir.”3
Yazının kendinden menkul zaaflarını ya da söze karşı dezavantajlarını bilmeden onu kullanmaya kalkmak, at sürme tecrübesiyle otomobil sürmeye yeltenmeye benzer. Yazı, telafisi imkânsız olandır. Yazının muhatabı terbiye edilmiş okurdur, bu okur acımasız Moğol ordusundan farksızdır. Bilgiçlik, yağmacılık, ilintilemek hususunda fazlasıyla gelişmiştir.
Bizler yazınsal bir dünyanın içinde doğup büyüyen, yazıyla terbiye edilen, yazıyla öğütlenen ve kendi dehlizlerini yazıyla keşfeden insanlarız ve en geniş anlamda öykülerimizi kendimiz gibi insanlara yazarız. Modern okur; sinsi, şüpheci, kaprisli, soyutlama yeteneğine sahip, kendinin farkında biridir. Bunu bilmek sesimizi kendi çağımıza getirecektir. Nitekim ayaklarımızı doğru zemine basmadan sağlıklı kurgu inşa edemeyiz.
Okumadan Yazmaya Yeltenmek
Yazar, söze olan inancını yitirecek gibi olduğunda kitaplara sığınır. Orada sadece yazınsal dilin nüanslarını değil, tuğlaları sözcüklerden oluşan bir uygarlığın saraylarını terennüm eder. Kitaplar sözün kaleleridir. O kalelerde herkese kolayca izah edemeyeceğimiz sırlara vâkıf oluruz. Küçücük farkındalıklar iliklerimize işler ve bizi geri döndürülemez şekilde değişime uğratır. Kitabın dünyayı değiştirmesi, bu küçük ilmeklerin bireyin ruhuna nüfuz eden örgüleri sayesinde gerçekleşir.
Okumak başka bir dünyanın varlığına inanmaktır. Başka yolların, başka sebeplerin, başka güneşlerin, başka bahçelerin, başka akşamların olabileceğine inanmak, bizim yeryüzü serüvenimizi o en büyük başkalığa bakan ölüme karşı dirençli hâle getirecektir. Okumak her zaman teselli etmez, bazen de acı verir. Kendimizi, tutkularımızı, zaaflarımızı, hayallerimizi boy aynasında görmek her zaman iyimser sonuçlar vermez. Okur ve boyumuzun ölçüsünü alırız.
Güncel edebiyat sorunlarımızın başında, kendinden önceki birikimin entelektüel ufkunu, yazınsal dilin ulaştığı merhaleyi yeterince fark edememiş, bu yüzden okuru tekrar tekrar yolun başına götürmek isteyen hercailerin geldiğini açık yüreklilikle söylemeliyiz. Benim de bir kitabım olsun duygusu, dijital çağın görünürlüğe verdiği payeyle ayyuka çıktı. Ayrıca bir kitap sahibi olmak geçmiş on yıllara nazaran daha da kolaylaştı. Bu kolaylık, kanonu ve çeteciliği yıkması bakımından özgün seslerin önünü açan, diğer yandan vasata pirim veren bir yayım enflasyonunu beraberinde getirdi. Burada asıl sapma, çok yayının yapılması değil yazarların hangi suda yüzdüklerini bilmemesi, bunu öğrenmeye tenezzül etmemesinden kaynaklanan kısırlaşmadır. Bu ırmak Ömer Seyfettin’in atını su içirdiği, Refik Halit’in taşra memurlarının yılgın yüzlerini yıkadığı, Sait Faik’in alabildiğine insanlaştırdığı, Tanpınar’ın düşünceli bakışlarıyla mayaladığı, Haldun Taner’in zekâsıyla köpürttüğü, Oğuz Atay’ın ironisiyle gençleştirdiği, Füruzan’ın serinkanlı sesiyle okşadığı, Rasim Özdenören’in mistik gerilimle derinleştirdiği Türk edebiyatı ırmağıdır. Fazlası var eksiği yok. Dilimizi bizden öncekilerin eserleriyle olgunlaştırırız. Kelimelere inancımızı nitelikli yazılı eserler sayesinde ayakta tutarız. İyi kitaplar bize hem cesaret hem yeni fikirler verir; yazının, başka hiçbir yerden öğrenemeyeceğimiz matematiğini onlardan öğreniriz.
1 Barry Sanders, Öküzün A’sı, Çev. Şehnaz Tahir, Ayrıntı Yay, İstanbul: 2020, s. 14.
2 Helen Gardner, Ben Hayal Gücünden Yanayım (Norton Konferansları), Ketebe Yayınları, İstanbul: 2020, s. 69-70.
3 Walter J. Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür, Çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis Yayınları, İstanbul: 2020, s. 123.