Ne Yaşamış Ne Yaşıyor Ne Yaşar

Kadir’le birlikte büyüdüm ben. O, alın teri döktüğü topraklarda var oldu; ben ise bu evin bahçesini çevreleyen duvar dibinde var oldum. İkimiz de kök saldık buraya.

Kadir, toprağın dilim dilim açtığı ellerinin hakkını alamadığında, gönlü yıkıldığında yanıma gelir; sırtını gövdeme yaslayıp otururdu. “Bunca gamı bunca derdi Mevla’m yalnız bana mı verdi?” deyip suskunluğunu türkülerle bozduğu zamanlarda, içindeki zehri toprağıma akıtırdı.

Gelin girmedik ev olurmuş da ölüm girmedik ev olmazmış. Kadir’in evine her ikisi de girdi. Her ikisi de arkasında türlü çaresizlikler bırakarak gitti. Kadir, şad olup da gülmedi eller içinde.

“Önce, gelen gitti. Soldu gülü, güller içinde.”

Karısı, ardında bıraktıklarının vebalini yüklenip baba evine dönünce Kadir, başının üstüne çöken dumanın içinde epeyce bir süre yönünü bulamadı. Duldasına sığındığı anası, hem Kadir’i hem de Kadir’in çocuklarını avuttu.

“Sonra, anası da gitti. Öksüz kaldı, kullar içinde.”

Kadir, anasının yatağını babasının yanındaki toprağa serdikten sonra çocuklarıyla deli düzün ortasında kavruldu. Hayattan alamadıklarının hıncını topraktan çıkardı. Olduğu kadar yedirdi, yettiği kadar giydirdi çocuklarına. Yedi sene üç çocuğuyla birlikte eskitti mevsimleri.

Kızlarını erkenden dengine verdi. Umudunu bağladığı oğlu Sait’i de adını radyodan duyduğu, resmî yalanların buz tuttuğu aydınlık şehre ekmeğinin peşine yolladı.

“Şu feleğin işine bak!”

Gidenler, geçmişin intikamını alırcasına gittikleri yerde tamamlandıkça Kadir kaldığı yerde eksildi. Hiç kapatmadığı radyodaki türkülerle kimi zaman yaralarını sardı kimi zaman da yaralarını daha da kanattı. Başını soktuğu evin her bir parçasına yeni anlamlar yükleyerek geçirdi günlerini. Merteklerdeki irili ufaklı yüzlerle konuştu. Boş odalara seslendi son bir umutla. Duymak istediği seslere kulak kesildi. Gözünden sakındıklarıyla arasındaki yol uzadıkça uzadı. Her gün bir boşluğun içinde hasretler büyüttü. Elden ayaktan kesilince de içinde yaşadığı mezarda önce sesini sonra geçmişini yitirdi.

Köydekilerden bazıları arada bir kapısını çalmasa yaşadığına şahitlik edecek bir Allah’ın kulu bulunmazdı şu koca dünyada. Eline şeker verilerek ikna edilmiş çocuklarla gönderilen konu komşu yemeği de olmasa çoktan ölürdü bu damın deliğinde.

Onu son gördüğümde üst üste giydiği elbiselerin içinde kaybolmuş, iki büklüm oturuyordu pencerenin önünde. Beyaz saçları kasketinden taşıyordu.

Cama yüzünü yaslayıp vedalaşır gibi, rüzgârın önü sıra eğilip doğrulan dallarıma uzun uzun baktı. Onca yoksunluk içinde bir umut peşinde koştuğu günleri hatırladı. Horlandığı, mal sahibinin yanında adam yerine konmadığı günler geride kalmıştı ama tanıdık bir sese hasret, bozulmayan bir sessizlikle baş başaydı şimdi. Başucundaki radyoda, acısını körükleyen türkülerden biri çalıyordu.

“Garibin dünyada yüzü gülemez…”

Birbirimizi izlediğimiz pencerenin önünde en az kendi kadar perişan bir yatak vardı. Solgun çiçekli çarşafta irili ufaklı halkalara dönüşmüş lekeler uzaktan bile seçilebiliyordu. Odanın ortasında yaz kış duran sobanın etrafı çer çöple doluydu. Sobanın üstünde kararmış bir güğümle sahibinin almaktan vazgeçtiği birkaç kap kacak duruyordu. Evin içindeki eşyaların üstünü ince bir örtü gibi serilmiş toz kaplamıştı.

Gündüz oturduğu, karanlık çöktü mü bir sığınak gibi tenhasında kaybolduğu dağınık yatağa girdi. Yorganı dizlerine çekti. Bu hayatta kendisini sarıp sarmalayan bir tek o yorgan kalmıştı. Anasının düğününde diktiği yün yorgan… Anam öldü ama yine onun elleri değiyor üzerime, diye uğundu. Yüzüne yeni haritalar çizen yaşlarla üşüdü. Yorganın sıcaklığına gömüldü.

Kadir’in son ziyaretçisi öğleden sonra bastonuna yüklene yüklene geldi. İsmail, Kadir’in ömrünün harman olup savrulmasına tanıklık eden en yakın arkadaşıydı. Soluklanmak için bahçenin köşesindeki kütüğe oturdu. Bir süre bakışlarını bahçede dolaştırdı. Duvarın dibinde duran kazmada, toprağın dilini çözmüş Kadir’in ellerini gördü. Kadir kıymet bilmeyen evlatlarından kalma salıncak; kararmış tahtası, çürümüş ipiyle ağacın altında toprağa karışmıştı. İsmail, garibin gönlünden anlamayan dünyanın vicdansızlığına karşı çektiği ahları bahçeye saçtı. Pencereye doğru seslendi:

“Kadiiir!”

Oturduğu yerden zar zor kalktı. Kapıya vurdu. Cevap alamayınca kapının ipini çekip içeri girdi İsmail. Günlerdir açılmayan kapıdan hücum eden ve ancak kimsesizlikle açıklanabilecek kokunun keskinliği İsmail’in soluğunu kesti. İçerideki sessizliği radyodaki türkü bozuyordu.

“Üryan geldim gene üryan giderim…”

Pencerenin önündeki yatağa doğru yaklaştı. Yüreğine çöken ince sızıyla tekrar seslendi.

“Kadiir!”

İsmail, bir ucu kilime değen yorganı araladığında Kadir’in onca kir içinde sararmış yüzünü gördü. Kendisine minnetle bakan gözlerini kapattı. Bir çul gibi lazım olduğu yere serilip oradan oraya savrulan Kadir, buruk bir tebessümle dünyadan alacağını alamadan göçmüştü.