Ben Ay’ımı Yerde Gördüm

Ekranları, çağıl çağıl akan derenin yamaçlarında muntazam sıralanmış çam ve köknar ağaçlarıydı. Her akşam bu sahneyle gün batımını izler her sabah bu manzarayla uyanırlardı. Recep üç kardeşin en küçüğü. Bu sene ortaokula yeni başladı. En sevdiği ders fen ve tabiat bilgisi. Okulun bulunduğu köyün en uç noktasında Kara Düz denilen 2 kilometrelik mesafeyi kar kış hep yürüyerek gidip geliyor. Ortanca kardeşi Şaban, kasaba lisesinde 3. sınıfa devam etmekte. Şaban, derslerden en çok edebiyatı seviyor. Daha ilkokul sıralarından itibaren şiir yazıyor oluşunun bunda büyük etkisi var elbet. Aile arasındaki konuşmalarına bakılırsa üniversitede, kendisini en iyi şair yapacak fakülte hangisi ise o bölümde okumak istiyor. Şaban, kasabada okulun yurdunda yatılı kalıyor. Her hafta cuma akşamı minibüsle köye gelip pazar akşamları geri dönüyor. Her gelişinde kasabanın ekşi mayalı çarşı ekmeğinin yanı sıra babasının çok sevdiği dökme tahin helvasını almayı da ihmal etmiyor.

Recep’in ve Şaban’ın ağabeyi Ramazan ise iki senedir İstanbul’da tıp fakültesinde öğrenci. Derslerinin yoğunluğundan dolayı öyle sık sık köye gelemese de geldiği zamanlarda Ramazan’ın doktorluk eğitimi aldığını duyan uzak yakın köylerde kim varsa muayene olmak için gelip ona nefes aldırmıyorlar. Ramazan’ın ağzından bir gün bile köylünün bu durumundan şikâyet eden tek bir cümle duyulmuş değil. Onun kendini en iyi hissettiği anlar Kur’an okuduğu anlar. Az konuşur, az uyur ve az yer. Ne hikmetli bir tevafuktur ki üç kardeşin üçünün dünyaya gelişi de bu mübarek aylarda vaki olmuştu.

Baba, çiftçilik ve hayvancılıkla ailesini geçindirip üç evladını okutmaya çalışan, gırtlağından haram geçmemiş kanaatkâr bir insandır. Mecbur kalmadıkça şehre gitmek şöyle dursun kasabaya bile inmeyen biridir. Evlerinde sabah gün doğmadan kalkılır, yeni doğacak gün ayakta karşılanır, kulaklar müezzinin sesinde yatsı vakti namazlar kılınır ve yatılırdı. İkindi vakti yavaş yavaş derlenip toparlanılır ve kışsa ocak başında, baharsa sofada, sedirde; yaz ise bahçede toplanılır, aile fertleri çay, kahve ya da şerbet eşliğinde bol menkıbeli, kıssalı sohbetlere koyulurdu.

Bugün alışıldık günlerin dışında bir telaş var evde. Recep ve Şaban, kıştan bahara doğru evrilen bahçeyi düzenliyorken anneleri Şevval Hanım mutfakta hummalı bir çalışma içerisinde. Baba Muharrem Bey (herkes ona Ağa der) harman yerindeki olukta hayvanları sulamakla meşgul. Recep, her zamanki şakacı tavrıyla ocakta kaynayan tencere ile meşgul olan annesine takılmadan edemiyor:

“Oğlu geliyor diye bakıyorum da Şevval Hatun’un gözü kimseyi görmüyor. Bir de bize ‘Önce Recep sonra Şaban en sonra da Ramazan gelir!’ diye öğreten hiç kendisi değilmiş gibi.”

“Ah oğul, ah Recep’im! O nasıl sözmüş öyle? Biliyorum şaka dersin, lakin etin tırnaktan ayrıldığı hem nerede görülmüş bugüne değin?”

“Elbet şaka söylerim, latife yaparım canım anam! Ben de bilirim ki Ramazan ağabey hem benim hem de Şaban ağabeyin büyüğüdür. İçim onun geleceğine dair muştuyla öyle dolu ki bakalım senin yüreğinden geçen nedir diye şöyle bir yoklamaktır muradım.”

Kardeşiyle annesinin sitemkâr şakalarını duyar duymaz Şaban mutfak kapısından içeriye girdi. Güveç tencereden gelen mis gibi etin kokusu Şaban’ı mest etmişti. Hemen söze girdi:

“Bu kokuyu hiç unutmam, geçen aylarda abim geldiğinde de ortalığı bu nefis koku sarmıştı. Belli ki annem ağabeyimin çok sevdiği güveçte şehzade kebabı pişiriyor. Hem ne demişler annemin ocağında pişer, bakarsın bize de düşer!”

“Hay bugün siz nesiniz böyle! Biriniz bitiriyor diğeriniz başlıyor.” diye karşılık verdi Şevval Hanım. Ortanca oğlu Şaban’a doğru dönerek: “Biliyor musunuz, ben bu şehzade kebabını sadece Ramazan için değil babanız da dâhil hepiniz adına niyet ederek hazırlayıp ocağa koydum! Hepiniz bizim şehzademiz olduğunuza göre bu şehzade kebabının kokusu ve lezzeti de hepinizin elbette!” İki oğul yaptıkları şakayı kebap kıvamında pişirmesini bilen annelerini muhabbetle kucakladılar.

İçerdekiler dışarıda aniden bastıran yağmurdan habersizler. Muharrem Bey yağmur karşısında oraya buraya dağılan hayvanları güç bela toplayıp ahırlarına sokuyor. Güneş erkenden dağların arkasına çekilmiş. Göğün yerle bitiştiği noktada yanıp sönen bir şeyler var. Büyük bir çatırtıyla nerdeyse bütün börtü böcek, her şey bir anda yuvasına çekiliyor.

Muharrem Bey eve girdiğinde sırılsıklamdı. Ocaklı odada onu bu hâlde gören eşi ve çocuklarının aklı Ramazan’da kalıp telaşa kapıldılar. Muharrem Bey, ocağın başında bir yandan üstünü başını kuruturken aklına birden otobüsle memleketine gelmek için yolda olan oğlu Ramazan geldi. Pencereyi dövercesine yağan yağmura doğru bakışını çevirerek, “Ramazan ne zaman köyüne gelmeye kalksa mübarek yağmur da sanki ona refakat ediyor.” diye söylendi.