İslam filozofları Hz. Muhammed’in getirdiği ilahi vahiyler ışığında hikmet ya da felsefe tarihiyle yüzleşip kendine özgü yeni bir bilgi, bilim ve medeniyet tasavvuru oluştururlar. Bu bağlamda ilk Müslüman filozof Kindi, kendinden önceki kadim geleneği, felsefe tahsiline ihtiyaç duyulan hususlar bağlamında inceler ve felsefe, din uyumunu aynı hakikatin açıklamaları şeklinde değerlendirir. Ardından düşünce tarihinde “ikinci öğretmen” diye nitelenen Farabi, İlimlerin Sayımı adlı eseriyle felsefeye girişin nasıl olacağını açıklar.
Meşşai Öğreti ve İslam Felsefesi
Bu noktada Farabi’yi İslam felsefesinin kurucu öğretisi olan “Meşşailik”i sistematize eden filozof olarak görürüz. Çünkü o her şeyden önce sistematik ve sentezci bir filozoftur. Onun sistemi kendinden sonra İslam dünyasında felsefenin bütün temel meseleleri için bir kalkış noktası oluşturmuştur. Onun dehası Reisman’ın da dediği gibi “Kendinden önceki pek çok düşünce akımını diriltmesinde, birbirinden farklı unsurları felsefi olarak tutarlı bir bütün içinde bilinçli bir şekilde sistemleştirmesinde ve bütün bunların ötesinde, insanın mutluluğa giden yoluna dair düşünceli fakat ısrarcı ifadelerindedir.”
Müslüman filozoflar, kendi değerlerini kadim bilgilerden istifade ederek yeniden oluşturmuş, bunun felsefi temellerini atmış ve etkisi yüzyıllar süren bir medeniyete kapı aralamıştır. Meşşailik, bu medeniyetin felsefi açıdan kurucu öğretisidir. Bu öğreti Farabi ve İbn Sina ile Doğu’da; İbn Tufeyl, İbn Bacce ve İbn Rüşd ile de Batı’da İslam felsefesini felsefe tarihinin özgün bir öğretisine dönüştürmüştür. İslam felsefesinin Batı (Grek) felsefesinin tekrarı olduğu iddiası artık pek ciddiye alınmıyor çünkü her felsefi sistem kendi öncülleriyle diğer birikimleri okur ve bir sonraki nesle aktarır.
Meşşai Filozoflara Yönelik Sert Eleştiriler
Özellikle Gazzali’nin Meşşai filozoflara yönelik sert eleştirileri olmuştur. Peki, bunlar felsefi düşünceyi kesintiye uğratmış mıdır?
Gazzali Makasidu’l-Felasife adlı eserinde felsefecilerin temel önermelerini didaktik bir şekilde yazar, ardından da Tehafütü’l-Felasife’de tutarsız olduklarını söyleyip keskin bir dil ile onları tekfir eder. Bu olay elbette İslam dünyasını oldukça etkilemiştir. İbn Rüşd Tehafüt’üt-Tehafüt ve Faslu’l-Makal adlı eserlerinde bu tespitin Gazzali’nin tefsir ve tevil kavramlarına verdiği anlamlarla uyum içinde olmadığını göstermeye çalışsa da bu karşılık olayın tesirini azaltmaya yetmemiştir.
Gazzali, İbn Sina’yı tekfir eder ancak el-Munkız’daki hakikate ulaşan sufi söylemle İbn Sina’nın Makamatü’l-Arifin adlı eserindeki söylem birbirine çok benzer. O nedenle bu tekfirin temelde sosyolojik bir ötekileştirme olduğunu, olayın dönemin sosyo-politik şartlarıyla birlikte okunması gerektiğini söyleyenler de vardır. Bu tartışmanın İslam felsefesinin oluşumuna ve genel felsefe tarihinde önemli bir konum almasına katkı sağladığı ve onun özgünlüğünü gösterdiği de ifade edilebilir.
Buna ilaveten Gazzali’nin “İşraki” ve “Ekberi” geleneklerde olduğu gibi bir “nur metafiziği” yaptığı söylenebilir. Onun Tehafütü’l-Felasife kitabı Mişkatü’l-Envar eseriyle mukayeseli okunursa, ötekileştirdiği ve toplumsal açıdan yok etmeye çalıştığı filozoflara benzer bir öğretiye sahip olduğu görülecektir. Nitekim o, Mişkat’ta düşüncenin sezgi ve akıl yönünü inceleyerek, sezgiyi üstün tutar; İhya’da bu ikisini eşit kılar; el-Munkız’da ise aklın basiretine bir sınır çizer. Aşkın problemler karşısında aklın son sözü söyleyemeyeceğini belirtir. Bu, modern Batı felsefesi açısından da oldukça önemli bir tespittir.
İslam Felsefesini Meşşai, İşraki ve Ekberi Öğretiler Sürekliliğinde Okumak
İslam felsefesini yalnızca Meşşailik’le özdeşleştirerek felsefe karşıtlığı yapmak aslında yine bu felsefenin devamı niteliğinde olan İşraki ve Ekberi felsefeyi görmezden gelmektir. Bu ekoller Sühreverdi ve İbn Arabi ekseninde gelişmiş, bilgiyi edinmede sezgiye, “nur”a önem veren vahdet-i vücud öğretisinin kaynağı ekollerdir. İslam felsefesini bu ekollerle birlikte düşündüğümüzde şöyle bir sonuç ortaya çıkıyor: Özelde Farabi ve İbn Sina gibi filozoflara, genelde felsefeye karşı mesafeli duran bir âlim aslında “nur metafiziği” üzerinden Meşşai ve İşraki geleneği yani kelimenin tam anlamıyla felsefi düşünceyi öncelemiş oluyor.
Konuyu biraz daha açalım. Gazzali, Allah’ın semaların ve arzın nuru olduğunu söyleyen ayete dayanarak (Nur, 24/35) bir nur metafiziği oluşturur. Daha sonra Sühreverdi bu düşünceyi geliştirerek İşrakiyye ekolünü kurar. İşraki ekol Gazzali’nin yanı sıra Meşşailik’e de çok şey borçludur. Özellikle Tanrı-evren irtibatını açıklarken Farabi’nin sudur öğretisine benzer bir teoriyle açıklar. “Faal akıl ile ittisal”, “zamansızlık” ve “mekânsızlık” gibi konuları bir üst aşamaya taşır, İbn Arabi gibi âlimler de bu düşünceyi daha da geliştirir. Ayrıca şu da unutulmamalıdır: Arapçada Doğu anlamındaki “meşrıkıyye” ile aydınlatıcı demek olan “müşrikıyye” kelimelerinin ikisi de “işrak”ın türevleridir.