Mekânlar ve Yüzler

Agnes: Biliyor musun, bu projede sevdiğim şey bunun spontane gelişen bir macera olması. Yani ne yapıyoruz?

JR: Birlikte farklı fotoğraflar oluşturacağız. Hadi gidelim, maceraya var mısın?

Agnes: Elbette, her zaman.

Ve kayıt.

İki fotoğraf sanatçısının yönetmenliğini yaptığı bu belgesel, eşsiz bir maceraya davet ediyor bizleri. Agnes Varda, Fransız Yeni Dalga sinemasının önde gelen yönetmenlerinden. Kendine özgü sinema anlayışıyla yıllarca adından söz ettirmiş. JR ise sanatını sokaklara taşımış bir fotoğrafçı. JR’ın Agnes’e belgesel projesiyle gitmesi sonucunda ikili bir yolculuğa çıkıyor. Fotoğraf karavanı ise hikâyemizin başkahramanı. Fransa’nın köylerinde tanıştıkları insanları, maden işçilerinden fabrika çalışanlarına kadar fotoğraflayıp duvarlara yapıştırıyorlar. Seyir zevki oldukça yüksek belgeselimizde faklı insan hikâyelerine de tanık oluyoruz bu sayede. Gittikleri köylerden birinde boynuzu olmayan keçiler dikkatini çekiyor Agnes’in.

-Boynuzları neden yok?

-Onlar küçükken boynuzlarını yaktık.

-Bu neden yapılır?

-Boynuzları olursa kavga ederler. Bacaklarını ya da kaburgalarını kırabilirler. Keçilerin baskın bir asabilikleri var. Biri diğerini her zaman baskılamak ister, her zaman dövüşürler.

Aynı köyde yaşayan ve boynuzlu keçi sürüsü olan bir kadınla konuştuklarında ise onun bu duruma farklı bir penceren baktığını görürüz: “Bence keçiler boynuzlarıyla doğarlar ve onlarla yaşamalılar. Kavga ediyorlar ama insanlar da dövüşüyor.”

İnsanların sırf daha fazla üretim ve tüketim için doğaya ve hayvanlara olan müdahalesi, hayvanların haklarını ve varlıklarını nasıl dikkate almadıkları tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriliyor belgeselde. İki farklı üreticiden biri modern teknikleri diğeri ise daha geleneksel ve insani teknikleri kullanarak hayatlarını sürdürüyor. İnsan olmanın ölçüsünü aslında biraz da tercihlerimiz belirliyor. Çektikleri boynuzlu bir keçinin fotoğrafını çiftliğin duvarına yapıştırıyor iki gezgin. Bu aslında kurulan sisteme karşı bir başkaldırı niteliğinde. Gelip geçen insanların dikkatini çekiyor bu fotoğraf, derin ve anlamlı bir hikâye anlatıyor izleyicisine.

Belgesel boyunca, birbirinden farklı ve kopuk gibi gözüken insan hikâyelerinin aslında görünmez bağlarla birbirine bağlı olduğuna tanık oluyoruz. Konuların işlenişindeki ustalık dünyanın neresine gidersek gidelim aynı acılara, aynı mutluluklara ve insanın öz varlığına ulaşacağımızı gösteriyor bize.

Gezginler, Fransa’nın Sainte Marguerite adasındaki sahilde bulunan eski bir sığınağın üzerine Agnes’in çektiği Guy isimli bir modelin portresini yapıştırıyorlar. Falezlerin üzerinde bulunan sığınak bir süre sonra tehlikeli hâle geldiği için 1995 yılında kontrollü bir şekilde sahile düşürülüyor ve âdeta bir sanat eseri gibi duruyor denize karşı. Bir sonraki gün fotoğrafa bakmak için gittiklerinde denizdeki gelgit sonucunda dalgaların fotoğrafı sildiğini görüyorlar. Agnes, “Deniz hep son sözü söyler.” diyor sakin bir kabullenişle. Bu sahne bize yaşamın sırrını da bir parça hissettiriyor. Her şeyin silinip gideceği bu dünya hayatında kalıcı olanın ne olduğu üzerine derin sorgulamalara teşvik ediyor izleyiciyi. Düşünüyor, düşünüyoruz. İnsan akıl almaz bir şekilde dinlemiyor doğayı, kirletiyor, yok ediyor. Ama yine son sözü doğa söylüyor insan karşısında.

Pek çok yönüyle insan ve tabiat arasındaki ilişkiye tanık olduğumuz belgeselin sanatsal ve estetik boyutu bize sinemanın da bir son sözü olduğunu hatırlatıyor. Fotoğrafladıkları şeylerden bir tanesi de Agnes Varda’nın gözleri ve ayakları. Bunları bir trenin üzerine yapıştırıyorlar ve şöyle bir cümle kuruyor Agnes:

-Amaç, hayal kurmanın gücü.

-Gözlerin ve ayakların bir hikâye anlatıyor. Bu trenler senin gidebileceğinden çok daha fazla yere gidecek.

Ve tren hareket ediyor. Bir hayalle başlıyor bütün hikâye ve insanların kalbinden gözlerine yansıyan birçok hayalle devam ediyor.

Fransız sinemasının önde gelen yönetmenlerinden Jean Luc Godard’ın evine gidiyor ikili. Godard, Agnes’in eski bir arkadaşı. Agnes, JR’ı Godard’la tanıştırmak istiyor. Fakat kapıya geldiklerinde kilitli olduğunu görüp hayal kırıklığına uğruyorlar. Bu duruma çok üzülen Agnes kapının üzerine bir not bırakıyor: “Arkadaşım Jean Luc, teşekkürler, anılarımız olduğu için; kapını kapalı tuttuğun için değil.”

Belgeselde anlam veremediğim tek nokta burası olmuştu. Neden Godard öncesinde haberleştikleri hâlde kapıyı açmadı, randevulaştıkları hâlde görüşmedi onlarla? Filmin akışına mı müdahale etmek istedi? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Geriye zihnimizde canlanan farklı insan hikâyeleri ve görselliğin büyüleyici etkisi kalacak.