Durgunlukla kuşatıldığında zaman, genişler bir boşluk, gerginleşir. Her şeyin sustuğu, hiçbir sesin ötekine karışmadığı bir gecede delinir gerilen zar. Bir nehir gibi kabararak gelen karanlıkla dolar boşluk. Soğur, katılaşır, donar. Soğumuş boşluğun içinde bir bekleyiş kımıldar, usul, sessiz. Katılaşan karanlığın içinde bir devinimi başlatan kıl gibi ince ama ateşli bir nabız gibi atan adımlar. Bütün olağanlığıyla boşluğun ve karanlığın köşelerine tutunur, uzar, salınır ipekten ipler. Çözmeye çalışmadan hayata dair hiçbir düğümü, düğümlenir birbirine çizgiler ve kısalırlar gitgide; dışarıdan içe doğru azalır mesafeler. Bu, karanlığın içinde uzayan şeffaf kılcal damarlarda sıcacık kanın dolaşıma başlaması. Bu, milyarlarca yıldır kanın hafızasında taşınan o muhteşem kadim motif. Bu, hiçliğin içinde çığırtkanlıktan uzak açıveren bir varoluş çiçeği. Bu, incecik ipekten tellerinde varoluşun o en yalın bestesinin titreştiği gümüş bir yazgı. Bu, bütün bir olağanlık içinde beliren bitimsiz varoluş hazzı. Bu, bir örümceğin boşluğa attığı ağ. Şüphesiz ağ, örümceğin kaderidir…
Yüzyıllar önce bir portre çizer Ressam Paula Modersohn–Becker. Portredeki gözleri mavi renkle ve uykulu gözkapaklarıyla doldurmak yerine, karanlık yuvarlaklar olarak bırakır. Solgun yüzün ortasına yerleşmiş bu iki kara boşluk; şaşkınlıktan açılmış, gördüğü her şeyi kara delikler gibi içine alan, yutan ve onlar karşısında duyumsadığı hazla savunmasız kalan bu bitkin gözler, bir şairin gözleridir. Belki de sahibine dair en doğru fikri tamamlanmamış hâliyle veren resimdeki bu derin ve hisli gözler; yalnızlığın geniş bahçelerinde gürültüsüzce uyanan ve her geçen gün ağırbaşlı bir gül gibi kızaran yeryüzünün en lirik ozanın, Rainer Maria Rilke’nin gözleridir.
Gördüğü her şeyi yutan bu kara oyuklar, Rilke için ilahi bir lütuf olduğu kadar ağır bir yüktür. Çünkü bu, bakmakla görmek arasındaki karmaşadan en yalın hakikatlerle dönebilmeyi öğrenme mücadelesidir bir bakıma. Yeryüzünün acısını, sevincini, hüznünü ve dahasını, bir sünger gibi emen gözlerdeki aşırı hassasiyetin yüreğinde biriktirdiği acı tortudan yararlanmayı öğrenebilme tecrübesidir. “Gözlerim gördüklerini nasıl içime alacağını anlamıyor, onları tutmayı ya da bırakmayı bilmiyor; kifayetsizler.”1 diyen Rilke için sancılı bir olgunlaşma sürecidir görmeyi öğrenmek. Ama günden güne olgunlaşır gözleri, bu aşırı hassasiyetin ufuk açıcı olanaklarını keşfeder; her şeyin içinde derinlere, her zamankinden daha derinlere işlediği bir görme biçimini öğrenir.
Rilke’nin “içeriyi görmek” adıyla edindiği bu “yeni gözler”, izleyen kadar izlenenin bakış açısını da göz önüne alan karşılıklı bir etkileşimdir. İçeriyi görmek, bir şeyin yüzeyinden yüreğine yapılan ve algının duyusal bir bağa yol açtığı harikulade yolculuğun tarifidir.2 Vazodaki koparılmış güllere bakarak günden güne solmanın, taşa bakarak sertleşmenin, ölüye bakarak bir ölü gibi soğumanın, meleği düşünerek yüreğinde ilahi esini duyumsamanın ardındaki o şey, bakan gözün hem gören hem de görünen olmasını gerektiren derin bir algı biçimi, hassas bir empati yeteneğidir. Bu yetenek acıyı, hüznü, büyük içsel bir yalnızlığı, kendi içinde yürümeyi ve saatler boyu kimselere rastlamamayı da beraberinde getirir aynı zamanda. Çünkü “Anlamak yalnızlıktır.”3 Ama acıyla bir şeyleri kavradığımız bu anlar aslında içimize yeni bir şeyin, bilinmedik bir şeyin ayak bastığı; yaşamın bizi unutmadığını, elimizden tuttuğunu, düşmemize fırsat vermeyeceğini hissettiren anlardır: “…en büyük duygularımın, dünyevi mutluluğumun nereden geldiğini itiraf etmeliyim: Tekrar tekrar, orada burada, tanrısal bir edime benzeyen ‘içeriyi görme’ sayesinde yaşadığım tarifsiz çeviklikte, derin ve ebedî anlardan.’”4
Görmek, olgun ve ince bir bakışla tamamlamaktır var olan her şeyi. Gözlerden açılan dar kanallardan, nesnelerin ve şeylerin kalbine doğru yürüyebilmektir. Rilke’nin, şeylerin kalbine bakıp gördüğü o şey, yaşamın özünü temsil eden “devinim”dir. Devinim, mantarın tek bir gecede muhteşem bir işçilikle büyümesi. Devinim, bir incir ağacının çiçek açmadan birdenbire yemişe sıçramasındaki gizem. Bir ağaca bakıp fırtınaları görmek. Devinim, bir çiçek yaprağının çiçek yaprağına dokunmasından doğan duygu. Devinim, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, içimizde bizimle doğan tohumun, yani ki ölümün, bizimle birlikte büyümesini, serpilmesini, çiçeklenmesini ve yemiş vermesini, doğumun muştusunu kucakladığımız gibi huzurla kucaklamaktır. En büyük devinim doğum ve ölüm arasındadır. Çünkü “Ölüm, bizden öteye dönük olan bizim aydınlatamadığımız yüzüdür yaşamın.”5 Devinim, yaşamın içinde açmanın ve solmanın bilincini taşımaktır. Çünkü geri dönüşsüzdür yaşamak ve ana karnına doğru büyünmez.6 Hayat dönüşümlerle şahlanır; duran şey, hemen katılaşandır. Rilke için şiir tam da yeryüzündeki devinimin, başlangıçtaki sonun ve sondaki başlangıcın ifadesidir: “Şiir ölüdeki dirinin yürek atışıdır ve dirideki ölünün.”7