Gece geç saatlere kadar kadim şehirler üzerine konuşmuşlardı. Kudüs, Endülüs, Bağdat… üzerinde çok eğlenmeyip hızlıca sözü İstanbul’a getirdiler. Aynı sitenin aynı apartmanında oturan beş arkadaş her on beş günde bir medeniyet sohbetleri yapmak üzere bir araya geliyorlardı. Bu akşam mühendis Hüsnü Bey’in evinde toplanmışlardı. Bu entelektüel muhabbete katılanlar arasında avukattan mimara, iş adamından doktora farklı mesleklerden kişiler vardı. İstanbul’un Ankara ile mukayesesi, Yahya Kemal’in İstanbul sevdası ve İstanbul’a dair şiirleri üzerine konuştular. Söz birdenbire İstanbul depremine gelip dayandı. Aynı apartmanda altlı üstlü oturan beş adam her ne kadar Hatay-Antakya’da oturuyor olsalar da İstanbul’da yaşıyormuş gibi korku, endişe ve tedirginliklerini ifade ettiler. “Düşünmek bile istemiyorum.” dedi grubun avukat olanı, meydana gelecek yıkımın boyutunu sıralarken göğsü daralıyor gibiydi. Eski İstanbul depremlerinden bahsettiler. Ahşaptan betona geçmenin deprem zayiatlarını hızlı bir şekilde artırdığından dem vurdular. Saat gece on ikiyi aşmış yeni bir güne evrilmişti. Hüsnü Bey’in misafirleri gelecek sohbette buluşmak üzere müsaade isteyip ayrıldılar. Avukat Selami Bey tam merdivenleri çıkarken bir adım geriye davranarak “15 gün sonra bizde toplanıyoruz. Hem size medeniyetler sofrası sergimizi gezdirme sözünü vermiştim.” diye bir kez daha hatırlattı.
Yarın pazartesi. Hüsnü Bey geç saate ve uykusu olmamasına rağmen yatağına uzandı. Çoluk çocuk çoktan uyumuşlardı bile. Eski yeni bir sürü şey geçti gözlerinin önünden; Nedim’in dolaştığı Sadabat, sandal sefalarının yapıldığı Haliç kıyıları, Patrona Halil İsyanı, ateşe verilmiş saraylar, Yahya Kemal’in İstinye’si, Emirgan, Göksu, Kandilli ve Kanlıca. Gözü açık hâlde düşünürken olabildiğince şenlikli bu semtler gözünü kapayınca bir enkaz yığınına dönüşüyordu. Uykusuzluğun elinde oyuncak gibiydi sanki. En iyisi hiçbir şey düşünmemek, dedi, duvar tarafına doğru döndü. Duvarın ve betonun ifadesizliği karşısında dalıp gitmişti. Gecenin karanlığı nispetince sessizlik vardı her yerde. Dokuzuncu katın yer ile gök arasındaki boşluğunda bir hamakta sallanıyordu tüm aile. Bu hep böyle olurdu. Çok katlı binaların üst katlarında oturanlar geceleyin rüya ile dünya arasında bir salınım yaşamaya alışırlardı. Koca koca binaların ayakları âdeta yerden kesilir ve uyku anlarında buralarda yaşayanların zaman-mekân dengesi birbirine karışırdı.
Hüsnü Bey tam böyle bir zaman-mekân karmaşasının orta yerinde uykuya dalmıştı. Sağ yanına yatar ve sağ kolunu da başının altına alıp öyle uyurdu hep. Yine öyle idi ve eli fena hâlde uyuşmuştu. Elini başının altından kaldırmak için uğraşıyor, ama güç yetiremiyordu. Sessizliğe asap bozucu bir ses karışmış, dışarısı ile içerisi birbirinden ayırt edilemez hâle gelmişti. Duvardaki saat 04.30’u göstermeye çalışıyor, fakat sanki bir el buna mâni olmak için saati sağa sola çevirip duruyordu. Ne Hüsnü Bey bunun farkındaydı ne eşi ne de çocukları. On iki katlı bu blokta kimsenin bundan haberi yoktu. Dışarıda ne var ne yoksa içeriye girmek için duvarları, kapıları ve pencereleri zorluyordu. Gece yarısı bir tabur asker kapılara dayanmış gibiydi. Uyku, peşine taktığı kişilerle birlikte hâlâ zaman ötesi yerleri dolaşıyordu. Kuyuya sarkıtılan ip kopmuşcasına bir çökme oldu aniden. Sessizlik sıkıştığı yerden kurtulmak için kendine dil aradı. Sıkıntının, acının ve yıkımın dili ortaktı.
Hüsnü Bey dışarısı ile içerisi arasında bir eşya karmaşası içinde bulmuştu kendini. Uyuşan elini zorlukla hissetti. Cam çerçeve, perdeler, tüller, kornişler, kolonlar ve kirişler... Hepsini birbirinin üzerine yığılmış ağır bir uyku uyuyor sandı. Üzerinde, tam göğsünün olduğu yere yakın bir yerde ağırlık vardı. Kafası arkadan desteksiz kalmış, boşlukta yaslanacak bir satıh arıyordu. Tam ayak ucuna yakın bir noktadan inleme sesi duydu. Sadece hırıltılı boğuk bir sesle “kurtarın” diyebiliyordu. Ses gittikçe yalvarmaya dönüşüyordu. Hüsnü Bey olup biteni çözmeye çalışıyordu. Mekânı ve zamanı bir yere oturtamadığından kendi pozisyonunu da kavramış değildi. Göremediği karanlık boşluğa doğru “Kimsin?” diye seslendi. Ayak ucunda yüzüstü yatan adamın üzerine kocaman bir gardırop düşmüştü. Sadece bir eli ve kafası dışarıdaydı. Değişik köşelerden cep telefonlarından aranma sesleri geliyordu. Adam sanki adını birden hatırlayamamış gibi bir müddet sustuktan sonra “Münir!” diye karşılık verdi. Hüsnü Bey’in hafızasında ne var ne yok silinmişti âdeta. “Bu hâlde adlarımızın ne önemi var.” dedi sesini zorlayarak. Adam uzun süre kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi sevinerek “Münir Çetenek, mal sahibiyim, beni herkes tanır.” diye üsteledi. Hüsnü Bey canının yanmasını bir yana bırakıp şaşkın ve öfkeli bir tonla: “Burada, benim evimde ne arıyorsun?” diye çıkıştı adama. Adam, “Kimin evinden kimi kovuyorsun?” diye gürlemeye çalışsa da sözü ve de öfkesi boğazına tıkanıp art arda öksürmeye başladı. Bir yandan, dışarıda kalan eliyle “su verin” işareti yaptı. Takati kesildikçe öksüremez hâle gelmişti.
Daha dün gece yarısına kadar memleket ve medeniyet meselelerini konuşan beş arkadaş sabahleyin işe gitmek üzere yataklarında uykuya dalmış, ama bu uyku onları sabaha karşı tanımsız, tasavvura sığmayan bir yere götürmüştü. Başlarına gelen şeyin yıkıcı bir deprem olduğunu bilselerdi belki ona göre davranırlardı. Üstelik ne fay hattında olduklarını biliyorlardı ne de oturdukları evin depreme dayanıksız olduğundan haberdarlardı.Hüsnü Bey nerede olduğunu ve başına gelen şeyin ne olduğunu düşünmeye başladı. Kendini kurtarmak için önce içinde bulunduğu durumu anlaması gerekliydi çünkü. Önce içinden “Ana rahminde miyim acaba?” diye geçirdi. Böyle bir durumda ayaklarının dibinde bu inleyen adamın ne işi vardı? Sonra ölüp dünya değiştirmiş olabileceği geldi aklına. Berzahta olduğu korkusuna kapıldı. “Hiçbir kabir bu kadar derin olmaz.” diye ihtimal vermedi buna.
Yukarıda, enkaz üstünde çoktan gün doğmuş, yalancı bir saadet ortalıkta ağır aksak dolaşmaya başlamıştı. Kurtulanlar, yakınlarını enkazın altından kurtaramasalar bile onlar için bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Dün herkes gibi gezip tozan, eğlenen insanlar bir anda gözden kaybolmuşlardı. Ne evleri vardı ne odaları ne de kendileri. Kurtarma ekipleri kimi, nereden arayacaklarını bile kestiremiyorlardı. Enkaz manzarası “yer yarılmış da sanki insanlar içerisine girmiş” deyimiyle tıpatıp örtüşüyordu. Avukat Selami o geceki şiddetli depremden kendi imkânlarıyla kurtulanlardandı. İki hafta sonrası için entelektüel muhabbet ekibini kendi evinde toplayıp onlara “Medeniyetler Sofrası’nı gezdirme yani meşhur Hatay lezzetlerini tattırma sözü vermişti. Şimdi ise enkaz üzerinde sadece geziyor, çaresizliğini teskin etmeye çalışıyordu. Herkes gibi o da “Bu başımıza gelen nedir?” demekten öteye gidemiyordu. Yerin üstü mü yoksa altı mı enkaz, bu konu da tam anlamıyla kafasında bir netliğe kavuşmamıştı. Yıkılan hayat alanlarının izleri olan defterler, kitaplar, oyuncaklar, avizeler ve küçük çaplı eşyalar enkazın içinde dağılmıştı. Avukat Selami, kurtarma ekibinde görevli adamın yanına yaklaşıp ondan arkadaşı Hüsnü Bey için seslenmesini istedi. Görevli adam kollarını iki yana salarak “peki” anlamında ümitsizce kafasını salladı. “Siz Hüsnü diye bağırın o anlar!” dedi görevliye. Adam seslendi: “Hüsnü Beeeeeeey! Hüsnüüü Beeeeey orada mısıııın? Orada isen ses veeer! Duvara iki kere vuuur!”
Hüsnü Bey saatler geçtikçe mekânı yavaş yavaş algılamaya başlamıştı. Bir yerden, üstelik çok yüksek bir yerden kopup buraya fırlatılmış olmalıydılar. Bir an yalnız olmadığı, karısı ve iki çocuğu olduğu geldi aklına. O güçle yattığı yerden doğrulmaya çalıştı, fakat üzeri üst üste yığılmış ağırlıklarla kaplı olduğundan kafası gerisin geri arkaya düştü. İsimleriyle çocuklarına ve karısına seslendi: “Esmaaa!!! Tarıııık!!! Nagehaaan!!!” Enkazın üzerindekiler “Nagehaaaan” seslenişini duyar duymaz teyakkuza geçtiler. Sadece enkazın üstü değil bütün bir cadde sessizliğe büründü. Bu kez kurtarma ekibinden bir grup hep beraber ve en gür biçimde seslendi: “Orada kimse var mıııııııııııı? Duyuyorsan ses veeer! “Bu kez yukarıdan gelen güçlü sesi duymuştu Hüsnü Bey. Elleriyle gelişigüzel sağı solu yoklayarak ses çıkarmak için kullanışlı bir şey aramaya başladı. Tam umudu üzmüştü ki ince demire benzer bir çubuğun parmaklarına değdiğini hissetti. Cep tipi pilli bir radyoydu bu. Ses yapmak için radyoyu duvara çalamayacağını, yere vuramayacağını düşündü. Radyonun düğmelerini gelişigüzel kurcalamaya başlarken ilk çevirdiği düğmeyle beraber bir anda yıkıntılar içerisindeki oda sesle doldu:
“Parsel parsel eylemişler dünyayı Bir dikili taştan gayrı nem kaldı
Dost köyünden ayağımı kesmişler Bir akılsız baştan gayrı nem kaldı”
Türkü dalga dalga yıkıntıları dolaştı. Hüsnü Bey’in ayak ucundaki adamın kısılan sesi yeniden açılmıştı: “Kurtarııııııın!” diye bağırdı. Türkü, yıkıntılar arasında o an kim varsa herkesi kendisine getirmeye yetmişti. Bu kez çok uzak bir köşede ağır yaralı bir ses yerinden doğrulmuş gibi türküye kaldığı yerden devam etti:
“Padişah değilem çeksem otursam Saraylar kursam da asker yetirsem
Hediyem yoktur ki dosta götürsem İki damla yaştan gayri nem kaldı”
Hüsnü Bey bu sesi hemen tanımıştı. Sohbet ekibinden mimar Yadigâr Bey’den başkası değildi bu. Bir araya geldiklerinde de içli sesiyle hep yanık türküler söylerdi. Hüsnü Bey uzak köşelere doğru gelişigüzel seslendi: “Yadigâr, felek bizi burada da mı bir araya getirecekti, Hüsnü ben Hüsnü!” Yadigâr ne dediği anlaşılmayacak biçimde bir şeyler söyledi. Bunca zaman seslerine karşı bir ses alamadıklarını anlayınca odadakiler güç yetirebildikleri kadar seslenmeyi çare gördüler: “Orda kimse var mıııııııııı?”, “Bizi duyan var mııııı?”, “Biz burdayııııız!” Sonunda toprağı âdeta yarıyormuşçasına derinden ince bir ses, müjdeli bir haber gibi yıkıntılar arasında inleyen insanlara ulaşmıştı: “Korkmayıııın biz varıııız!”, “Sizi kurtaracağız!”
Enkazın üzerindeki kalabalık bir hayli artmıştı. Herkes bir şeyler yapmak, içerdekileri kurtarmak istiyordu, ama bunun için koordinasyon gerekliydi. Aşağıdakilerin yukarıya, enkaz üstüne çıkarılabilmesi için enkaz üstündekilerin aşağıya inmesi gerekliydi. En ufak bir hata bile kurtulmaya muhtaç kılabilirdi. Kurtarma ekibinden adı Yaşar olan çöp gibi bir ihtiyar adam “Siz durun!” diyerek öne atıldı. Radyo sesini çok uzak, gömülü bir tını şeklinde de olsa işitebiliyordu. Sesin izini sürecekti ihtiyar ve zayıf adam. Bedeninden ve çevikliğinden yaşlı olduğu pek anlaşılmıyordu ama yetmiş yaşı devirmiş gibiydi. Bu tür hassas ve zorlu kurtarma çalışmalarında hep o öne atılır, zihninde kurtarma planını hızlıca oluşturup dualarla enkazdan yollar açardı. Gerçi bedeni o kadar inceydi ki esnek bulduğu her yerden yılan gibi kıvrılıp kavisler çizerek kısa zamanda geçip kurtarma noktasına ulaşırdı. Kendisine “Sen dur, yaşlısın, bir şey olmasın!” diyenlere yandan yandan bakar ve “Adım Yaşar, yaşadığım kadar yaşamışım hamdolsun, bırakalım yaşamayanlar yaşasın.” derdi. Kulağının yetmediği yerlerde ses titreşim cihazını kullanarak radyo sesinin geldiği yere ulaşmaya çalışıyordu. Sese yaklaştıkça insan inlemelerini de işitmeye başlamıştı. Çok yakın olduğunu tahmin ettiği bir taraftan “Orda kimse varmıııııııı?” feryadıyla karşılaştı. “Ben varııım, sizi almaya geldim oradaaaan!” diye karşılık verdi ihtiyar adam. Radyonun sesi kesilmişti. Yadigâr Bey, yerini belli etmek için bir daha asıldı türküye:
“Mahzuni Şerif’im çıksam dağlara Rast gelsem de avcı vurmuş marala
Doldur tüfeğini beni yarala
Bir yaralı döşten gayri nem kaldı”
Kurtarma ekibi bu ihtiyar adamın açtığı yolu takip ederek teçhizatlarıyla birlikte birçok kişinin kurtarılmayı beklediği enkaz odasına ulaştı. Dikkatli ve hızlı bir çalışmayla bedenlerin üzerindeki ağırlıkları kaldırıp bir yandan da yaralıları sağlık görevlilerine teslim ediyorlardı. Kalp ve nabız kontrollerinde yaşadıklarından emin olamadıklarını geçip yaralı olup kurtarılmayı bekleyenlerle ilgilenmeyi öncelediler. İhtiyar kurtarma elemanı yerden doğrulup ayağa kalktığında boynu ve kafası boşlukta sallanan Hüsnü Bey’le göz göze geldi. Hüsnü Bey’in üzerine devrilen kocaman bir kütüphane ve yüzlerce kitabı görür görmez diğer kurtarma elemanlarını yardıma çağırdı. Hızlıca kitapları ve kütüphaneyi Hüsnü Bey’in üzerinden kaldırdılar. Üzerinden kocaman bir dünya kalkmış gibiydi Hüsnü Bey’in. Bedenini oynatamadığı hâlde o hâliyle espri yapmaktan geri durmuyordu: “Üzerimden dağlar kadar sorumluluk kalkmış gibi oldum.” diye mırıldandı. Hemen yanında çalışan kurtarma ekibinden su istedi. İhtiyar kurtarma elemanı Yaşar amca, şimdilik su veremeyeceğini ama kendisine onun yerine sudan daha ferahlatıcı ve kalbini serinletici bir haber vereceğini söyledi. Hüsnü Bey endişelenmişti: “Yoksa...” “Endişelenme.” dedi ihtiyar, “Çocukların Esma’yı, Tarık’ı ve annelerini enkazdan sağ olarak kurtardık!”
Sevinçten ayağa fırlamak istedi Hüsnü Bey. Omuzları hariç bir yerini hareket ettiremedi. Kütüphanedeki kitaplardan biri o savruluşta gelip Hüsnü Bey’in kalbinin üzerine oturuvermişti. Ortadan ikiye açılan kitap sanki Hüsnü Bey’in kalbine kapaklanıp onu korumaya çalışmış gibiydi. İhtiyar adam kitabı Hüsnü Bey’e göstererek “Bu kitabı hiç unutma, onun kıymetini bil ve bedelini öde!” diye hatırlatmadan geçemedi. Kitap Yol Oğlu Hâdi’ye ait Yolumuzu Aydınlatan Hadisler ve Hadiseler isimli kitaptı. Ortadan ikiye ayrılan bölüm yaşanan deprem anına işaret edip, olup biteni cevaplıyor gibiydi. Kurtarma elemanı ihtiyar Yaşar amca herkesin duyacağı bir sesle okudu:
“Allah’ım! Beni önümden, arkamdan, sağımdan, solumdan ve üstümden (gelebilecek her türlü bela ve musibete karşı) muhafaza eyle. Altımdan kahrına uğramaktan (depremden) senin azametine sığınırım.”