Üslup Sahibi Olabilir Miyiz?

Üslup sahibi olmak her yazarın hayalidir. Edebiyat dünyasında kendine mahsus bir yer bulmak; sesiyle, tavrıyla, hassasiyetleriyle şahsına münhasır bir yol açmak, yordam inşa etmek kim istemez ki? Son tahlilde yazmak bir var oluş tecrübesidir ve bu tecrübe özgün, müstakil, mütekâmil bir sesle mümkündür.

Yazarın sesi kelimeleridir. O, her şeyin hızlıca tükendiği, tüketildiği dünyada kalıcı bir iz bırakmak için var gücüyle kelimelere sarılır. Yeterince kelimesi olmayan, iyi bir ses bulamayacaktır. Kelime dağarcığımızın zenginliği, bize en güzel cümleyi, en doğru kombinasyonu, en sarih söz dizimini armağan eder. Eğer Türkçenin engin söz varlığına vâkıf değilsek gündelik konuşma diline mecbur kalırız ve o sınırlı dil, açık konuşmak gerekirse bize üslup bahşetmek şöyle dursun bizi kurguda bile yavan bir tekrara mahkûm kılar. Gündelik hayatta birkaç yüz kelimeyle hayatımızı sorunsuz devam ettirebiliriz ama bir edebî eser kaleme alamayız. Sanat eserini herhangi metinden ayıran vasıf, ondaki dil derinliğidir.

Shakespeare’in 20 bin, Firdevsi’nin 8 bin 300, Fuzuli’nin 4 bin, Ahmet Mithat Efendi’nin 13 bin, Yahya Kemal’in 3 bin 307, Orhan Veli’nin 3 bin 945, Peyami Safa’nın 6 bin 143 farklı sözcük kullandığını hatırlayacak olursak bir metni edebî yapıta dönüştüren temel unsuru hemencecik fark ederiz. Elbette bu veriler mutlak ölçütler değildir. Çünkü çok yazanla az yazan arasında, kullandığı kelime sayısı bakımından fark olması doğaldır. Ama sıradan günlük konuşmalarımızda bile bazen takılır, kendimizi ifade edeceğimiz o en uygun kelimeyi bir türlü bulamayız. Onun yerine en yakınını kullanarak muhatabımızın anlayışına sığınırız. Hâlbuki o kayıp kelimeler, konuşmamızda pek çok şeyi eksik bırakır. Edebiyatın böylesi bir eksiklik lüksü yoktur.

Ayrıca kelime zenginliğinin, düşünce zenginliğinin ilk koşulu olduğunu da hatırdan çıkarmamak gerekir. Yazar adayı doğduğu çevrenin, okulun, ailenin ve sosyal hayatın sunduğu dağarcıkla asla yetinmemesi gerektiğini bilmelidir. Cahit Zarifoğlu, kendisine “Ne okuyalım?” diye soran gençlere sözlük okumalarını tavsiye ederdi. Gerçekten de yeterince malzememiz olmadan başlayacağımız bir inşa faaliyeti camsız, balkonsuz, çatısız, derme çatma ve belki de ucube bir yapı ortaya koymamıza yol açabilir.

Tam bu noktada bir konuya açıklık getirmek gerekiyor. İyi bir üslubun izini tercüme eserlerde sürmek zordur. Tercüme, bir binayı tümüyle söküp bambaşka bir dilde, tarihte, kültürde ve coğrafyada yepyeni kurallarla inşa etmektir. Tercümeler bize mütercimin kültürel yetkinliği ve dil kabiliyeti ölçüsünce ışık bahşeder. Kaldı ki çeviri, kaynak dil ile hedef dil arasında yaşadığı yolculukta daima azalarak yol alır. Bir sürahi dolusu suyun bir bardağa boca edilmesi, çoğunun dökülüp saçılması; sanatsal tercüme faaliyetini özetler nitelikte bir betimlemedir.

Eserin özü mesabesinde olan üslup, çeviri yokuşunda ilk feda edilen değer olacaktır. Çünkü bir eserin doğduğu dildeki kelimelerine, söz dizimine, ahengine, fonetiğine, kayıp göndergelerine, kültürel kodlarına, müşterek dağarcığına, imge ve imalarına hedef dilde birebir karşılık bulmak neredeyse imkânsızdır. Bu, tıpkı konuşurken aklımıza bir türlü gelmeyen kelime yerine, vaziyeti kurtarsın diye onun yakınını kullanmaya benzer. Tercümelere dair gözden düşürücü ve biraz da insafsız bu ikazla, üslubun ne olduğuna dair de belli belirsiz bir fikir beyan etmiş olduk, yola buradan devam edelim.

Üslup İnsanın Kendisi midir?

Georges-Louis de Buffon’un “Üslup insanın ta kendisidir.” (Le style est l’homme meme.) sözü, Tanzimat Dönemi yazarlarımızdan Recaizade Mahmut Ekrem tarafından “Üslub-ı beyan ayniyle insan.” şeklinde dilimize çevrilmiştir. İyi bir üslup için kelime zenginliği tek başına yetmez. Üslup çok daha geniş bir tavrın, duruşun, yaklaşımın adıdır. Dil titizliğine riayet etmek, bir söyleyiş özgünlüğü bulmak, duyarlılıklar, dikkatler, tercihler hepsi birden üslubun mütemmim cüzüdür. Bu bakımdan üslup dildeki şatafata, betimlemelerdeki tumturağa indirgenemez. Halit Ziya Uşaklıgil üslubu süslü dilden ayırırken bir misal verir. Şık bir kadının mücevherlerinin, tacının, küpelerinin, yüzüklerinin o kadının üslubunu gerçek anlamda ifşa edecek şeyler olmadığını; bütün bunların olsa olsa onun zevkine delalet eden emareler olduğunu söyler. Bu göstergeler çoğu kez oyalayıcı ve hatta yanıltıcıdır. Kadının asıl üslubu yürüyüşünde, oturup kalkışında, davranışlarında, bütün bir yapısında tezahür eder. Onlardan edineceğimiz genel tesirle üslubu hakkında kati hükmü verebiliriz. Bu yaklaşımla o da “Üslub-ı beyan ayniyle insan.” nazariyesini onaylamış olur. Çünkü Uşaklıgil, üslubun fıtrata benzediğini; aynı olayı farklı yaratılıştaki iki yazarın anlatması arasındaki farkın, onlardaki üslubu ortaya çıkardığını kaydeder.1

Truman Capote, kendisiyle yapılan bir söyleşide “Bir yazar üslup edinebilir mi?” sorusuna, “Hayır, insan uğraşarak gözünün rengini değiştirebilir mi? Aynı şekilde üsluba da bilinçle ulaşılabileceğini sanmıyorum. Her şey bir yana üslup insanın ta kendisidir.”2 der.