Üç katlı betonarme binanın çatısı kat olmayı bekliyor. Aslına bakarsanız ev bu hâliyle bulunduğu ve de olduğu yerden memnun. Hem böyle bir zamanda İstanbul’un Boğaz’a nazır bir semtinde sırtını ormana, yüzünü denize vermek az bir şey midir? Evin her katının dili olsa da konuşsa. Sami Çuhacı Almanya’da çoluk çocuğundan ayrı, işçi olarak geçirdiği uzun yıllar içinde kazandığı parayla yaptırmıştı bu evi. Almanya’dan izinli olarak İstanbul’a her gelişinde evin ya eksik bir tarafını tamamlar ya da eve yeni bir şeyler ilave edip öyle dönerdi. Elinde metre ile sabahtan akşama evin etrafını tekrar tekrar ölçer bütün gününü nalburla ev arasında geçirirdi.
Yirmi yıldır Almanya’da bir alışveriş merkezinin temizlik işlerinde çalışmaktaydı Sami Bey. “Ne iş yapıyorsun oralarda?” diye soranlara “çevre tanzim ve organizasyon işi” diye cevap verir ve her seferinde “Adamlar o kadar temiz ki sokaklarına yoğurt dök yala.” diye eklemeyi de ihmal etmezdi.
Apartmanın kapısının üzerinde Arapça “Mülk Allah’ındır.” yazısı ve onun da üzerinde “Çuhacıoğulları Apartmanı” levhası vardı. Her katı çift dairelerden oluşan apartmanın en üst kattaki karşılıklı iki dairesini büyük oğluna ve kendisine tahsis etmiş diğer daireleri ise kiraya vermişti.
Sami Bey’in diğer dairelerde dört kiracısı oturmaktaydı. Kiracılarıyla ödeme günlerinin dışında hiç muhatap olmazdı. Aynı katta oturan büyük oğlu Celil’in dışındaki ondan beş yaş küçük oğlu Dilaver’in yanı sıra evli barklı üç kız evladı daha vardı. Sami Bey nedense en büyük oğlu Celil’in dışındaki diğer çocuklarına pek düşkün değildi. Kızlarını ise dış kapının mandalı mesabesinde gördüğünü hiç saklamazdı. Üç kız evlat, Çuhacıoğulları Apartmanı’nın giriş katından bir daireyi anne baba yadigârı olarak istemişlerdi de kızlarını söylediklerine pişman etmişti. Bir keresinde söz hak hukuktan açılmış, karısı Solmaz Hanım fırsat bu fırsat deyip “Efendi ne olurdu o girişteki daireyi kızlara verseydin de gönüllerini serinletseydin?” diye söylenmişti de bunun üzerine Sami Bey kendini şöyle savunmuştu:
“Hanım hanım! Sen apartmanın kapısının üzerindeki yazıyı okumaz mısın hiç? Okuma yazman yok mu?”
Kadın, kocasının Arapça levhayı kastettiğini zannederek “İyi ya işte!” demişti, “Mülk Allah’ındır, yazıyor o yazıda. Bu apartmanın da gerçek sahibi Allah’tır!”
Sami Bey karısının kendisini anlamadığı gibi bir de laf sokuşturmaya kalktığını düşünerek çok öfkelenmişti.
“Çuhacıoğulları yazısını görmez misin be kadın!” diye çıkışmış, Solmaz Hanım anlamadığını ima eder şekilde şaşkın şaşkın kocasının yüzüne bakarken Sami Bey o evlere şenlik savunmasını yapmıştı:
“Ne diyor o yazıda bak, Çuhacıoğulları mı diyor Çuhacıkızları mı? Bu apartman tabelası buraya süs olsun diye asılmadı. Çuhacıoğulları’nın yani Çuhacı ailesinin erkek evlatlarının apartmanıdır bu apartman. Kızları da araya katarak durduk yerde başıma iş çıkarma!”
Solmaz Hanım kocasına laf geçiremeyeceğini bildiği için fazla üzerine gitmez, başını hafifçe sağ omuz hizasına çevirip sadece kendi işiteceği bir tonla “Allah seni ıslah etsin!” demekle yetinirdi.Yatak odasının penceresinden, aşağıda kendi kendine sağı solu ölçüp biçerek yeni planlar kurmaya çalışan kocasını bir müddet seyrettikten sonra pencereyi kapatırken yine aynı duayı tekrarladı:
“Allah ıslah etsin seni!”
O sırada kapının önüne bir harç makinası, bir beton mikseri yanaştı. Çimento ve kum yüklü kamyonun üzerinden üç dört amele hızlıca atlayıp kamyondakileri kapının önüne yığdılar. Sağdan soldan komşular Sami Çuhacı’nın yine ne işler karıştırdığını merak etmiş olmalılar ki perde aralığından evin önündeki çalışmaları izleyip çözmeye çalışıyorlardı. Belediye memuru Hamza Bey evin önündeki hareketliliği görüp sordu:
“Hayrola Sami Bey, yine hummalı bir çalışma var sanki?”
Sami Bey “Tadilat tadilat!” diyerek geçiştirdi.
Aslında Sami Bey’in birkaç senedir Almanya’dan İstanbul’a izne geldiğinde yapmayı düşündüğü şey evin çatısını düzenleyip teraslı bir çatı katı yapmaktı. İmar izni ve ruhsat alamadığı için bir türlü bunu gerçekleştirememişti. Sonra, komşu evlerin bir kısmının hem manzarasını kapatıyor hem de güneşini kesiyordu. Solmaz Hanım kocasına buna hakkının olmadığını kaç kez söylese de o kafasına koyduğundan vaz geçecek gibi değildi. Üstelik yapmayı düşündüğü teras katta kalmak gibi bir niyeti de yoktu. Bir tür güç denemesiydi yaptığı. Evin dili olsa ona yaptığı yanlışı daha güzel anlatırdı. Belli ki evin dilinin olmamasının avantajından yararlanmaya çalışıyordu Sami Bey. Eve yük yükleyip bir de bu yükün büyük bir kısmını komşuların sırtına bindirdiğinde artık o evin kendisine huzur vermeyeceğini birisi anlatmalıydı ona, ama kim?
Sabahtan akşama kadar inşaat malzemeleri evin önüne yığılıyor, akşam hava kararmaya başladığında işçiler çatıya gizlice kat çıkmak için zamanla yarışıyorlardı. Hava karardığında nasıl olsa kimse gelip de “Siz burada kaçak kat mı çıkıyorsunuz?” diye soramazdı. Alt kattan üst kata seyyar kablolar çekilip aydınlatma sağlanıyordu. Uzun yıllar selatin camilerde imam hatiplik yapıp yeni emekli olan Saffet Hoca, Sami Bey’in en yakın komşusuydu. Her ne kadar Sami Bey onun yüzüne bile bakmayıp selamı sabahı esirgese de Saffet Hoca’nın dairesi, balkonu balkonuna değecek kadar ona yakındı. Bu teras katın çevredeki insanların manzarasına barikat teşkil ettiğinin herkes gibi o da farkındaydı. Şimdi, akşam akşam bu binadan o binaya laf yarıştırmak hiç uygun olmaz üstelik bir imam hatip emeklisi olarak kendisine hiç yakışmazdı. En iyisi inşaat mahalline gidip hazır Sami Bey de orada iken bu yanlışlığı kendisine lisan-ı hâl ile anlatmaktı. Saffet Hoca hırkasını sırtına alıp evinden çıktı. Çuhacıoğulları Apartmanı’nın dış kapısı sık sık inşaat malzemesi taşımak için gir çık yapıldığından açıktı. Bir çırpıda çatıya çıktı. Sami Bey usta ve kalfayı karşısına almış ayaküstü çok mühim bir şeyi açıklamaya çalışıyor gibiydi. “Aman ha!”, “Göreyim sizi!”, “Gerekirse sabaha kadar çalışın!”, “Bir durum olursa tadilat deyin.” … gibi art arda verdiği direktiflerden teras katını bu gece bir oldubittiye getirmek istediği anlaşılıyordu. Saffet Hoca selam verir vermez Sami Bey’le konuştuğu usta ve kalfanın arasına doğru yürüdü. Tam Sami Bey’in önüne yarım metre mesafede durdu. Sami Bey yerini değiştirmeye davrandı ama bu kez Saffet Hoca oraya, tam karşısına, burun buruna gelecek şekilde dikildi. Bu hareket birkaç kez tekrarlandı. Sami Bey sonunda patlamıştı:
“Eeeeeeh yeter be adam! Ne istiyorsun? Ağzımın içine kadar giriyorsun, deli misin nesin!”
Saffet Hoca’nın sesi gayet sakindi:
“Yok azizim, hiçbir şey istemiyorum, sadece burnunun dibine heykelimi dikmek istiyorum o kadar!”
Usta ve kalfa şaşkınlıkla onları izliyordu. Saffet Hoca onlara döndü:
“Haksız mıyım arkadaşlar, siz söyleyin, ben heykelimi bu adamın burnunun dibine dikmek hakkına sahip değil miyim?”
Usta olan cevap verdi:
“Senin yaptığına bizim orada sırnaşmak ya da bulaşmak denir dayı!”
Saffet Hoca “Tamam öyleyse, gelin böyle.” diyerek Sami Bey’le usta ve kalfayı kendi evinin cephesine bakan tarafa doğru çağırdı. Yapılacak teras kat Saffet Hoca’nın balkonuna çok yakındı. Sadece onun değil bu o yöndeki bütün dairelerin görüntüsünü kesmeye yetiyordu bu teras kat. Saffet Hoca her birinin yüzüne teker teker bakarak sordu:
“Peki, bu ne oluyor şimdi? Kimin burnu kimin burnuna değiyormuş asıl şimdi görün!”
Sami Bey bir şey söyleyecek olduysa da cümleyi bir araya getiremediği için yarıda bırakıp susmak zorunda kaldı. İnşaat kalfası genç ilk defa konuştu:
“Belediyeden mi geliyorsunuz, zabıta mısınız?”
Saffet Hoca gülerek karşılık verdi:
“He ya zabıtayım, belediyeden geldim.”
İnşaat elemanları ev sahibi ile birlikte suçüstü yakalanmış gibi dümeni kırıp yandan yandan gidiyorlardı ki Saffet Hoca bir kez daha önlerinde durup gitmelerini engelledi.
İki biriketi yan yana hizalayıp üzerine oturdu. Sami Bey ve inşaat çalışanı iki genç adam da aynısını yaptı. Önce kendisini tanıttı Saffet Hoca. Hocalığından bahsetti. Az evvel manzarası kapanan daireyi emekliden eline geçen üç beş kuruşa üç beş kuruş daha katarak satın aldığını, bu dairede ve semtte yeni olduğunu söyledi. Seyyar kablo ve lambaları işaret edip “Belli ki bunlar sizi yeterince aydınlatamamış, biraz da benim söylediklerimle aydınlanın.” diyerek sözüne devam etti.
Bir muhabbet nişanesi olsun diye Saffet Hoca elini Sami Bey’in diz kapağına götürüp bir taraftan da gözlerinin içine doğru ısrarla bakmaya çalışıyordu. Bir tür, söyleyeceği şeylere alıcıları hazırlama yöntemiydi bu. Sami Bey’in bakışındaki ışıktan emin olduktan sonra kürsüdeymiş gibi kalbe işlercesine ağır ağır konuşmasını sürdürdü:
“Ümmeti olmakla iftihar ettiğimiz Peygamberimiz bize yaşamanın düsturlarını kendi uygulaması ile öğretmiştir. Komşunun ışığını ve rüzgârını kesmemeyi biz onun mimari düsturlarından öğrendik. Komşunun ağacını kesmemeyi de birlikte yaşamanın, komşu olmanın şiarları arasında gördük. Bana Yolun Oğlu derler. Asıl adım Hâdi. Gördüğüm insan ve tabiat manzaralarından hâlden hâle gezer dururum. Keşke güneşimizi kesen, balkonda çamaşırları çamaşırlarımıza değen komşuluklardan değil de niye görüşemiyoruz ve de selamlaşamıyoruz onu konuşsaydık. Dostlarım! Biliriz ki yakındaki komşu uzaktaki akrabadan evladır. Hem boşuna dememişler ‘Komşu komşunun külüne muhtaçtır.’ diye. Kül deyip geçmeyin dostlarım, gün gelir yaranıza merhem olur. Bakın Peygamberimiz (s.a.s.) ne buyuruyor: ‘Cebrail bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki ben (Allah Teâlâ) komşuyu komşuya mirasçı kılacak zannettim.’
Yakından bakın dostlarım yakınlaşacaksınız. Yakındakine uzaktan bakarsanız uzaklaşırsınız. Mademki komşuluk sıhriyeti mirasçı olmaya ramak kalacak denli bir hukuku içeriyor, yarından tezi yok sizi ailece yemeğe, çaya davet ediyorum. Hem gökyüzüne, denize, ormana ve yeşilliğe birlikte bakarız. Birlikte bakılan her şey iki kat güzelleşir.”
“Anladım.” dedi Sami Bey oturduğu yerden ayağa kalkarken.
Saffet Hoca merak edip sordu:
“Sami Beyciğim, anladığınızı bize anlatırsanız şerefyap oluruz.”
Sami Bey sanki yıllarca ezberinde olan şiirin anlamını yeni çözmüş gibi mırıldandı: