İnsan, zamanın esiridir. Ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini bilmediği, sonsuzluk hissi içerisinde geçen, adına ömür dediğimiz saydam duvarlardan ve görünmez sınırlardan oluşan bir yapı içerisinde, bir gün herkesin içerisinde okuyacağı kendi kitabına hikâyeler yazar durur.
Bu bilinmezlik, insanın en büyük gücü olduğu kadar en çetin zorluğudur aynı zamanda. Net olmayan sınırlar içerisinde bir rahatlık hissiyle hayatına şekil verip hayaller kurarak bir yol tuttururken aynı zamanda ömrü ansızın sona eren yakınlarına dair yaşadığı şahitlik karşısında hareketsiz kalır. Bir sarkaç gibi yaşadığı zamanda, sonsuzluk ve ansızın bitiverecek hayat gerçeği arasında salınır durur.
Sanat, bir yanıyla bu sonsuzluk hissi içinde sonlu yaşama anlam katmaya, kendisini olmasa da kendisinden bir parçayı çağlar sonrasına ulaştırabilmeye dair duyulan inançla gelişir, serpilir. Ozanın “ben giderim adım kalır” demesi biraz da bundandır. İnsan gider ama adı, izi, sesi yeryüzünde yankılanmaya devam eder.
Yine bilim ve teknik de bir yanıyla hayatı daha yaşanılır ve konforlu kılma, insan ömrünün süresini uzatma hayaliyle sürdürülen bir diğer uğraştır. Çünkü biyolojik bir varlık olarak insanın yaşam süresini çevresel faktörler, yaşam şartları, beslenme rutinleri belirler. Bu değişkenlerin iyileşmesi, insanın yaşamına dair belirsizliklerin süresini biraz daha uzatabilir. Hakeza teknik ve bilimsel ilerlemelerin de etkisiyle günümüzde insan yaşamı daha uzun ve daha sağlıklı bir periyoda yayılmıştır.
Ama insanın çözmeye çalıştığı en büyük muamma hâlâ ölümdür. Ölümü anlamak, ölümle barışık bir hayat anlayışı geliştirmek, ölümün bir son olup olmadığına ya da sonsuzluğa açılan kapının en önemli basamağı olduğuna dair tartışmalar hem kutsal metinlerde hem de kadim felsefede her zaman tartışılmıştır. Modern dönemde insan, kadim ya da kutsal olanın ölüme dair görüşlerine başvursa da temelde ölümü yenecek arayışlar sürdürmektedir. Bu arayışların neye mal olacağı ya da başarılı olup olmayacağı, edebiyattan sinemaya, felsefeden kültürel tartışmalara kadar çok geniş ve çeşitli alanlarda ele alınmakta ve tartışılmaktadır.
Yirmi birinci yüzyılın ikinci çeyreğini tamamlamaya yaklaşan insanlık, son yıllarda önemli ölçüde gelişen bilimsel ilerlemenin faydaları yanında insanlığa mal olacak ciddi sorunları da tartışmakta, sanatı ve sanatsal üretimleri de bu tartışmalarında bir aracı olarak kullanmaktadır. Son yıllarda örneğine fazlaca rastlanan “post-apokaliptik” kurgu, insanlığa hayat bahşetmesi beklenen gelişmelerin olası bir felakete yol açtığında neler olabileceğini ele alarak bu soruna dair birtakım iç görüler geliştirmeye çalışmakta, insanın tahayyülüne olası ihtimalleri sokmaktadır.
Seçkin Azınlık-Talihsiz Kalabalık Arasında İbre Kimden Yana?
Günümüzde, filmler, romanlar hatta video oyunları arasında genellikle bir grup insanın hayatta kaldığı, korunaklı bir hayat yaşadığı, zenginlerin gündelik rutinine bir şekilde devam edebildiği ama fakir halkın ya kurtuluş için çeşitli yollardan geçmekle sınanışını ya da hastalıklılar tarafından enfekte oluşunu işleyen eserler öne çıkmaktadır. Bu eserlerin temel felsefesi, gizli laboratuvarlarda yapılan çalışmaların dışarı sızmasıyla birlikte bütün bir insanlığın felakete sürükleneceği, dünyadaki yaşamın sona ereceği ve sadece şanslı olanların şansı kadar bir hayat yaşama imkânının olacağı bir dünyanın kurulacağıdır.
Genellikle bir virüsün ya da mikrobun bir şekilde dışarıya taşınmasıyla zombileşen insanların ya da bir anda hayatını kaybedenlerin hikâyelerinin konu edildiği bu yeni popüler anlatımda, günah çıkarmak isteyenlerin, başında yer aldığı projenin farkına vararak hatasını düzeltmeye çabalayanların ve insanlığa umut olmak için çalışanların hikâyesini dinleriz. Ama hayatta kalan, günün sonunda bir grup azınlıktan başkası da değildir. Kötüler kaybetmez ama hayatta kalsalar da ardında acılar, kayıplar ve anılar bırakarak yaşamanın zorluğuna itilir.
Hayatsa bunun tam aksini gösterir bize her zaman. Hiçbir kimse, kendisine ait olmayan bir günahtan dolayı cezalandırılmaz. Mutlak bir kötülük günün sonunda dünyada hâkimiyetini ilelebet sürdüremez. Bir diğer taraftan baktığımızda da yine, kıyamet koptuktan sonra hayat sadece bir grup için devam etmez. Aslında herkes kendi kıyametini içinde taşır. Hem kendi ölümü bir kıyamettir insan için hem de aslında bir yakınını kaybetmek.
Dünyada ibrenin her zaman güçlüden yana olması istenir. Güçlü olanların çizdiği sınırlar içerisinde bir hayat sürülsün istenir. Ancak dünyanın matematiği hiçbir zaman öyle işlemez. Firavun, tüm erkek çocukların öldürülmesi emrini verir ama bir gece bir kadın erkek bebeğini nehre bırakır. Firavun’un tüm planlarını bozacak o bebek emin bir şekilde saraya kadar ilerler. Salgın hastalıkların ya da zorbalıkların altında ezilmesi beklenen insanlara, o çocuk eliyle hayat bahşedilir. Planları bozacak olan, hiç planda olmayan bir olayın yaşanmasıdır çoğu zaman.