Mavi elbiseli, beyaz yüzlü kadın balkona çıktı. Cezayir menekşelerini, küpelileri, camgüzellerini suladı. Sandalyeye oturdu, gözünün görebildiği en son yere kadar manzarayı seyretti. Bir sıra şeftali, bir sıra zeytin ağacı dikilmiş uzun çizgileri yaklaşık üç dönüm takip etti. Tepelere doğru uzanan diğer meyvelikleri, bulutsuz göğü özenle izledi durdu. İnsana tatlı bir uyuşukluk veren kokuları içine çekti, burası sanki cennetten koparılmış bir gülün taze yaprağıydı.
Bir süre daha öylece kaldı. Sonra mutfağa geçip pişen yemeklerin altını kapattı. Fırında peynirli patlıcan, papara, ocakta şevketi bostan, akıtma ve fava… Hepsi hazırdı. En değerli misafiri beklemek üzere… Kendine bir bardak demli çay doldurdu, masadaki bademli kurabiyelerden de alıp verandaya döndü. Her yudumda bir meyve kokladı, her lokmada bir renk… Gülüşmeler duydu, tatlı çekişmeler… Çaydan bir yudum da kocası için içti, kurabiyeden bir ısırık da onun için… Bu rengârenk kokuların ortasında siyah beyaz bir şeyler hissetti, yüreğinin ta ucunda bir yer sızladı. Yalnızlıktı bu. Belki uzaklık, belki gariplik, belki gurbet. Adı her neyse!
Onu kaybettiğinde henüz yirmi beş yaşında, başı dimdik tazecik bir çiçekti. Ölüm çok uzaklarda, çok çok uzaklarda sanki hiç gelmeyecek bir misafir gibiydi. Birlikte yaşlanacaklarından emin hülyalara dalar, küçük beyaz bir ev, önünde şeftali ağaçlarının tüttüğü bahçe, şen şakrak çocuklar hayal ederdi. Ahşap pervazlar mutlaka dantelli, kanaviçeli perdelerle kaplanacak, halılar el dokuma, döşemeler otantik olacak, çardağa giden yolun kenarlarına ahududular ve ortancalar dikilecek, akşam fenerleri unutulmayacak, belki kınalı bir kuzu, belki paçalı bir tavuk bu resme eşlik edecekti.
Ah! Bu güzel hayallerin üstünden neredeyse yirmi yıl geçmişti. Her şey daha dün gibi aklındaydı. Kocası çok iyi yüzme bildiği hâlde rüzgârlı bir günde Mudanya’nın serin sularına yenik düşmüştü. Genç adam, boğulmak üzere çırpınan küçük bir kız çocuğunu fark edip kurtarmış ancak kendisi mavi dalgalarda kaybolmuştu. Dalgıçlar cesedi günlerce aradıktan sonra çok uzaklardaki bir kayalığın derinliklerinde bulmuşlardı. Kaygıdan, korkudan gözlerini kırpmamayı, yüreğe düşen kor gibi ateşi, boğaza tıkanan acı yumrunun ne demek olduğunu ilk defa o zaman anlamıştı. O uzaklarda bildiği ölüm, ayağının tozuyla gelip başköşeye çökmüş, dünya gözünden düşmüştü. Üç günlük dünyanın daha ilk gününde eşinden, yol arkadaşından ayrı kalmıştı. Hayaller artık dipsiz sularda yüzüyor, günler, aylar, yıllar birer birer değerini yitiriyordu. Elbette unutmadı bütün bunları ama alıştı. İnsanın fıtratına narince işlenen bu alışma hissi iyi ki vardı! Yoksa ilk gün duyduğu acıyı sonsuza dek taşıyamayacağının farkındaydı. İnsan sevdiği birini kaybettiğinde yüreğinde kırk mum yanarmış. Her geçen gün bunlardan biri söner, yalnızca kırkıncı mum ölünceye kadar parlaklığını korurmuş. Onun da yüreğinin kırkıncı odasındaki kırkıncı mum hiç sönmemiş; rüzgâra, fırtınaya tutulmamış, sakin sakin yanıyordu.
Gıcırdayarak açılan demir bahçe kapısı onu geçmişten çekip çıkardı. Sevinçle aşağı baktı. Gelen Nadide idi. O, zambaklar gibi ıssız bir yuvada açmış, narin, kırılgan incecik bir kızdı. Nadide’yi evlat edindiğinde çocuk daha beş yaşında bile değildi. Eşi öldükten sonra evlenmemiş ama çocuk neşesiyle dolu bir ev hayalinden de vazgeçmemişti. Kolu kanadı kırık kuşlar gibi üzgün vakitler geçirmişti. İşte Nadide, o günlerde gelen değerli, sükûnet verici bir hediye gibiydi.
Genç kız, anne ve babasını hayal meyal hatırlıyordu. Aslında buna hatırlamak da denmezdi. Kendine anlatılan hikâyeleri kafasında evirip çeviriyor, gerçek resimlere dönüştürüyordu. Konuşmayı çok seven, daima gülen, şen şakrak bir anne, sessiz ama sevecenliğini mimikleriyle gösteren müşfik bir baba! Kendine bakan canlı, parlak gözler, annesinin yasemin kokan saçları, babasının yanağındaki ben, rengârenk balonlarla, hediyelerle bezeli doğum günleri ve aniden yalnız kalması, ailesinin nereye gittiğini anlayamaması… Beş yaşındaki bir çocuğun zihninde daha ne kalabilirdi ki? Yıllarca çocuğu olmayan bu anne babanın evine gelen neşe uzun sürmemiş, acı bir trafik kazasında Nadide onları kaybetmişti. Böylece göklerde yazılan kader, biri beş diğeri yirmi beş yıllık iki yarım hikâyeyi bütün kılmış, birleştirmişti.
Nadide, o küçük kız büyümüş, çiçeği burnunda tazecik bir hekim olmuştu. Bursa’da çalışıyor hafta sonlarını ya da izin günlerini ona annelik yapan, ailesinin yokluğunu hiçbir zaman hissettirmeyen kadının, Meliha Hanım’ın yanında Mudanya’da geçiriyordu. Nadide, kanaviçeli perdelerin ardında ya da verandada kendini bekleyen şefkat dolu o bir çift gözü hiç aklından çıkarmaz, eve gelmekte acele ederdi.